Buhârâda yetişen en büyük Ehli sünnet âlimlerinden ve Velîlerindendir. Silsilei aliyye denilen büyük âlimlerin on altıncı ferdi kâmilidir. İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârîdir. Lakabı Alâüddîndir. Şâhı Nakşîbend Muhammed Behâeddini Buhârî hazretlerinin dâmâdı ve talebesidir. Kutbi irşat idi. Zamânında herkese rüşt ve hidâyet onun vâsıtası ile gelirdi. Onun varlığı ile, dîni İslâm başıboş kalmayıp, din düşmanları pervâsızca, dîni yıkmağa ve değiştirmeğe kalkışamadı. Hanefî mezhebinin en büyük âlimlerinden, (Şerhi mevâkıf) kitabının müellifi seyyid Şerîf Cürcânî, Alâüddîni Attâr hazretlerinin talebesi olup,“Alâüddîni Attâr hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim”, buyurmuştur. Alâüddîni Attâr hazretlerinin doğum yılı belli değildir. 802 [m. 1400] senesinde Buhârânın Cağanyân nâhiyesinde vefât etti.
Alâüddîni Attârın babası, Buhârânın zengin eşrâfından idi. Üç kardeş idiler. Şehâbeddîn, Hâce Mübârek ve Alâüddîni Attâr. Alâüddîn en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddîni Attâr hiç mîrâs kabûl etmeyip, Şâhı Nakşîbend Muhammed Behâeddîni Buhârîye talebe olmayı tercîh etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm etti. Behâeddîni Buhârî hazretleri Alâüddîne nazar ettikten sonra; “Evladım, bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsin arzûlarını terk etmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?” buyurdular. Alâüddîni Attâr, “Yaparım efendim!” diye cevap verdi. Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri, “Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!” buyurdu. Alâüddîni Attâr, asîl ve tanınmış bir âileye mensup olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin huzûruna gelerek; “Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim,” dedi. Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî; “Bugün de kardeşlerinin dükkânı önünde satacaksın,” buyurdu. Alâüddîni Attâr; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkânı önünde elma satmaya başladı. Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi başkalarına rezîl etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim. Mîrâsından dahâ fazlasını al. Fakat bu işi bırak,” dediler.Alâüddîni Attâr, hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Ağabeyleri; “Mâdem satacaksın, bizim dükkânın önünde satma, git başka yerde sat!” diye ısrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pek çok hakâret ettiler ve dövdüler. Fakat, Alâüddîni Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri; “Artık bu iş temâmdır” diyerek, elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabûl buyurdu.
Alâüddîni Attâr talebeliğe kabûl edilince, gayretle çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gecegündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamânda yapıyordu. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi.
Hocası Behâeddîni Buhârî, Alâüddîni Attârın kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, kızını ona vermek istiyordu. Bunun için, bir gün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bulûğa erişince bana haber ver,” buyurdu Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâüddîni Attârın odasına gitti. Bu sırada Alâüddîni Attâr, eski bir hasır üzerinde kitâp mütâle’a ediyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîni Buhârîyi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîni Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Ey Alâüddîn! Eğer kabûl edersen, evimde yeni bulûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim.” Alâüddîni Attâr, edeple durumunu arz etti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve se’âdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîni Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlâ’nın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!” buyurdu.
Behâeddîni Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâüddîne bir ev yapmak için, çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde, bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirâhat ederken, Alâüddîni Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin, Alâüddîni Attâr hazretlerine tesîr etmediğini hayretle görürlerdi. Alâüddîni Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlâ’nın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennemin şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahî Allahü teâlâ’yı unutmaz, kalbinde Onun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri Allahü teâlâ’yı zikr eder; “Allah! Allah!” derdi. Ev tamâmlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sahibi, temiz ve edepli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasen, Hâce Şehâbeddîn, Hâce Mübârek, Hâce Alâüddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri, Alâüddîni Attârı sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun Evliyâlık derecelerinde yükselmesine çalışırdı.
Bu durumu bir gün talebeleri sorunca, onlara; “Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadır. Her ân onun hâli ile alâkadar olmamın sebebi, onu makâmların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâ’yı ve Onun beytini (Beytullahı) hâtırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhar olur, kavuşur,” buyurdu.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hayâtta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâüddîni Attâra bırakıp; “Alâüddîn, bizim yükümüzü hafîfletti,” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.
Alâüddîni Attâr, Evliyâlık makâmlarında ve marifette, Allahü teâlâ’nın zâtına ve sıfatlarına ait bilgilerde o kadar yükseldi ki: “Alâiyye” ismi ile SilsiletüzZehebe (en büyük Velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksatlarına dahâ çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile maksada varılmasını sağladı. Büyük âlimler; “Tasavvuf yollarının en çok yaklaştıranı “Alâiyye yoludur”. Bu yolun esâsı Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî’den gelmekte, elde edilmesi de Alâüddîni Attâr vâsıtası ile olmaktadır,” buyurdular.
Buhârâda bazı âlimler arasında, Allahü teâlâ’nın görülüp görülemeyeceğinden konuşulmuştu. Bir kısmı Allahü teâlâ’nın görülmesi mümkündür diyor, diğer bir kısmı mümkün değildir diye ısrâr ediyordu. Hepsi de Alâüddîni Attâr hazretlerine tam inanan kimselerdi. Bir kısmı gelip, ona meseleyi açıp, bize doğru yolu gösteriniz dediler. Hâce Alâüddîn onlara; “Üç gün devâmlı bize gelip, tam bir ihlâs ve temiz bir düşünce ile sükût üzere meclisimizde oturun. Ondan sonra hüküm verelim,” buyurdu. Onlar da, üç gün, devâmlı Hâce Alâüddînin sohbetine gelip, sükût üzere oturdular. Üçüncü günün sonunda, onlarda bir hâl ve kendini kaybetme hâsıl olup, dayanamadılar. Yere düşüp yuvarlanmağa başladılar. Kendilerine gelince, kalkıp tam bir tevâzu’ ile; “Rüyetin hak olduğuna inandık,” dediler. Bir dahâ Hâce Alâüddîni Attârın hizmet ve huzûrlarından ayrılmadılar.
Alâüddîni Attâr “kuddise sirruh” şöyle anlatmıştır: “Dervîşlerden biri, bir gün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu. “Nasıl olduğunu bilmiyorum,” dedim. O; “Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum,” dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâhı Nakşîbend hazretlerine anlattım. “Bu, onun kalbine göredir,” buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arşı a’lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince; “Gördüklerini anlat,” buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine; “Gönül budur. O dervîşin sandığı gibi değildir. Allahü teâlâ’ya, kalbin yakın olduğu kadar, hiçbir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalptir. Kalp, bilinmeyen sırlarla dolu bir âlemdir. Her şeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalp, her şeyden geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir.
Bunun için hadîsi kudsîde Allahü teâlâ;
(Yere ve göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Bu, derin sırlardandır,” buyurdu.
Alâüddîni Attâr hazretleri şöyle anlattı: “Bir gün, hocam Behâeddini Buhârînin huzûrunda bulunuyordum.
O gün hava kapalı idi. Bana; “öğle namâzı vakti girdi mi?” dedi. “Hayır” dedim. “Semâya bir bak” buyurdu. Gökyüzüne bir baktım ki, melekler toplanmış, öğle namâzı ile meşgûl oluyorlardı. Gözlerimdeki perde kalkıp, bu hâli görünce, bana; “sen, hâlâ öğle vakti olmamış diyorsun”, buyurdu. Hocama verdiğim cevabtan çok mahcup oldum. Bir müddet bu hâdisenin ezikliğini duydum.”
Alâüddîni Attâr hazretleri buyurdu ki: Behâeddîni Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana, kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip, emir edildiği gibi kabri kazdıktan sonra, huzûruna geldim.
Yâsîni şerîf okumamı istediler. Diğer talebelerle birlikte okumaya başladık. Kendisi de bizimle birlikte okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelimei tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.
Alâüddîni Attâr hazretleri, Tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacağı işler hakkında buyuruyor ki:
Bu yola taklit ederek girenin, bir gün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri, bana kendilerini taklit etmemi emir buyurdular. Onları taklit ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum.
Nefsi terbiye etmekten maksat, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzûlarından vazgeçip, Hakkın yoluna mâni’ olan bağlılıkları terk etmelidir. Bunun çâresi şöyledir: Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni’ olmadığını anlamalıdır. Hangisini terk edemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni’ olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâhı Nakşîbend, o kadar ihtiyâtlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir,” diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi.
Şuna inanmalı ki, hakîkî gâyeye, ancak mürşidi kâmilin [yol göstericinin], rehberin sevgisi, rızâsı ile kavuşabilir. Bu sebeple, mürşidi kâmilin rızâsını, sevgisini talep etmek, talebeye düşen başlıca vazîfedir.
Müride [talebeye], bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercîhine, tedbîrine vererek, mürşidi yanında kendisinin asla bir tercîhi, seçmesi kalmamalıdır. [Ölü yıkayıcının elinde, teneşîrdeki meyyit gibi olmalıdır. Kabr ziyâreti hakkında buyurdular ki:
Bir âlimi ve Evliyâyı ziyâreddetmekten maksat, Allahü teâlâ’ya yönelmektir. O büyüklerin rûhı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim, görünüşte halka tevâzu’, hakikatte Hakka tevâzudur. Çünkü insanlara, Allahü teâlâ’nın rızâsı için tevâzu’ göstermek makbûldür, kıymetlidir. Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, çok tesîri vardır. Ancak, onların rûhâniyyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın olmaktan dahâ iyidir. Zîrâ, iyi tesîrin, yakınlık veyâ uzaklık ile bir bağlantısı yoktur. Her yer aynıdır.
Nitekim, Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz) buyurdu.
Allah adamları ile sohbet hakkında buyurdular ki:
Allahü teâlâ’nın velî kulları ile sohbet etmek, âhıret âleminin işlerini yürütmeye yarayan aklı kuvvetlendirir. [Aklı selîm olur.]
Allahü teâlâ’nın velî kullarını her gün, iki günde bir kere görmek, bırakılmaması gereken sünnettir. Ancak, bu hususta edebi gözetmek lâzımdır.
Gönülde Allahü teâlâ’nın sevgisini bulundurmak hakkında buyurdular ki: Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır:
1. Gönüle kötü duyguların girmesini önlemelidir.
2. Allahü teâlâ’yı sessiz zikr etmeyi, sağlamalıdır.
3. Kalp hâllerini gözetmelidir.
Gönüle Allahü teâlâ’nın düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı. Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir.
Alâüddîni Attâr “kuddise sirruh” hazretleri, büyük âlim ve velîler yetişirdi. Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Ya’kûbi Çerhî bunlardan bazılarıdır. Bunlardan başka, pek çok kimseler, onun vâsıtasıyla hidâyete kavuştu ve başkalarını yetiştirebilecek irşat makâmlarına yükseldi.
Alâüddîni Attâr hazretleri vefâtına yakın, talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: Her işte yolunuz, dînî hükümlere bağlılık olsun! Dînin emirlerini yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır.802 [m. 1400] senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. Recebi şerîfin ikinci Perşembe günü yatağa düştü.
Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlattı: “Hocam, hayâtlarının sonunda ve yakınlarının huzûrunda bu fakîr hakkında buyurdu ki: “Yirmi yıldan fazla bir zamândır Safiyyüddîn ile aramızda, Allahü teâlâ’nın rızâsı için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz.” Ben orada olmadığım bir günde; “Ondan, Allahü teâlâ’nın Resûlünün, Eshâbı kirâm’ından râzı oldukları gibi, râzıyım,” buyurmuşlar.”
Alâüddîni Attâr, yine vefâtına yakın buyurdu ki: Allahü teâlâ’nın inâyeti ve Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allahü teâlâ’nın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır. Bundan bir ân gâfil kalmamalıdır. Dâimâ muhtaç olduğunu düşünmelidir. Allahü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır.
Son hastalıklarında, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin rûhâniyyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki: “Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür.” Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri; “Ne güzel sebzelik,” deyince; “Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur,” buyurdu.
Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde, “Lâ İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyasında gördü. Buyurmuş ki: “Allahü teâlâ’nın bize verdiği nimetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah civârında defin edilmiş olanların, benim şefâatim ile afv olunacağı, mağfiret buyurulacağı bildirildi.”
Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi olan Abdülganî Nablûsi hazretleri, Alâüddîni Attâr hazretlerinin rühâniyyetinden feyiz almıştır. Bu husûs Hakîkat Kitâpevinin bastırdığı, (İrgâmülmerîd) kitabında anlatılmaktadır.
(Se’âdeti Ebediyye) kitâpı 458.ci sahîfede buyuruluyor ki: (Reşehât) kitabında Alâüddîni Attâr “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki, (Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret eden, kabirdeki zâtın büyüklüğünü ne kadar anlamış ise ve o Velîye ne düşünce ile teveccüh etmiş, Yani kalbini Ona bağlamış ise, Ondan o kadar feyiz alabilir.
Kabir ziyâretinin fâidesi çok olmakla berâber, Evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen kimse için, uzaklık zarâr vermez. Behâüddîni Buhârî, Hak teâlâya [teveccüh edebilenlerin doğruca Ona] teveccüh etmelerini emir buyururdu. Evliyânın kabirlerini ziyâret, Hak teâlâya teveccüh için olmalıdır. O Velînin rûhunu, Hakka tam teveccüh edebilmek için vesîle yapmalıdır. İnsanlara tevâdû’ ederken, Hakka teveccüh etmek lâzımdır. Çünkü, insanlara tevâzu’, Allah için olursa, makbûl olur).
Yine, (Se’âdeti Ebediyye) kitabı 480.ci sahîfede buyuruyor ki: Alâüddîni Attâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri buyurdu ki: (Meşâyıhın kabirlerini ziyâret edene, onları anladığı ve bağlandığı miktârca fâide hâsıl olur. Onların kabirlerinden, çok fâide alınır. Fakat, rûhlarına bağlanmak, [Yani râbıta yapmak] dahâ fâidelidir. Çünkü, uzak ve yakın olmanın bunda bir tesîri yoktur.
Yine (Se’âdeti Ebediyye) kitabının 1098.ci sahîfesinde; (Eyyûb aleyhisselâmın yaralarının kurtlandığını büyük âlim Alâüddîni Attâr yazmaktadır) buyurulmaktadır.
Alâüddîn-i Attâr kuddise sirruh Menkıbeleri
Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüya gördü: Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” de bulunuyordu.Alâüddîni Attâr hazretleri ile hocası Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip, Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâeddîni Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki: Bize, kabrimizin yüz fersah mesâfesine defin edilecek her Müslümân’a şefâat etmemiz ihsân edildi. Alâüddîni Attâra da kırk fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar ihsân edildi. [Bir fersah, altı kilometredir.]
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri, bir gün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından, birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîni Buhârî hazretleri; “Alâüddîn! Suya atla!” buyurdu. Alâüddîni Attâr hazretleri, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâüddîni derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîni Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek, kırlarda bir müddet gezdi. Akşâm üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine; “Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de; “Bir kişi eksiğimiz var. O da sabâhleyin buradan geçerken nehre atlamıştı,” dediler. Behâeddîni Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak; “Alâüddîn gel!” buyurdu. Alâüddîni Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Behâeddîni Buhârî, talebelerine buyurdu ki: “Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddînin kökü sağlam olduğundan, söküp götüremedi.”