İslâm âlimlerinin ve Evliyânın büyüklerindendir. “Hâce Azîzân” ve “Pîri Nessâc” isimleri ile meşhûrdur. Buhârâ yakınlarındaki Râmiten kasabasında doğdu. Doğum târîhi bilinmemektedir. 728 [m. 1328] yılında Harezm şehrinde yüz otuz yaşlarında vefât etti. Râmitende küçük yaştan itibâren ilim tahsîline başladı. Akıl ve zekâsının parlaklığı, kavrayış kâbiliyetinin yüksekliği dolayısıyla, kısa zamânda ilim yolunda yükseldi. Sonunda herkese ilim saçan, yol gösteren, kalbinden nûr ve hikmet kaynakları fışkıran Hazreti Mahmûdi İncirfagnevî “kuddise sirruh” hazretlerine kavuştu. Alî Râmitenî, ondan Bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ardı arkası gelmeyen vilâyet, Evliyâlık derecelerine kavuştu. Aklî ve naklî ilimlerde yetişti. Öyle ki, şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi, hakka davet edenlerin büyüklerinden oldu. Silsilei aliyyenin on ikinci kâmil ferdidir.
Hâce Mahmûdi İncirfagnevî hazretleri, vefâtı yaklaşınca, Alî Râmitenî hazretlerine hilâfet verip, bütün talebelerini ona ısmarlayıp, emânet etti.
Alî Râmitenî hazretleri, halâl lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi manâsına Pîri Nessâc derlerdi.
Herkes bilemediği ve çözemediği suâllerin cevabını ondan soruyordu. Kısaca Azîzân hazretleri dünyâya İslâmiyyeti yayan bir güneş gibi idi.
Harezmde de pek çok talebe yetiştiren Alî Râmitenî hazretleri 721 [m. 1321] veyâ 728 [m. 1328] yılında 130 yaşında iken vefât etti. İhtiyâç sâhipleri kabrini ziyâret ederek, mübârek rûhâniyyetinden istifâde etmektedirler.
Azîzân hazretlerinin dört büyük halîfesi olup, hepsi de fazîlet ve kemâl sahibi idiler. Her biri, onun vefâtından sonra, bu büyüklerin yolunu öğrenmek isteyen talebeye ders öğretmekle meşgûl oldular. Halîfelerinin dördünün de adları Muhammeddir. Birincisi, Hâce Muhammed Külâhdûzdur. Hârezmde metfundur. İkincisi, Hâce Muhammed Hallâcı Belhîdir. Belh şehrinde metfundur. Üçüncüsü, Hârezmde metfun olan Hâce Muhammed Bâverdîdir. Dördüncüsü ve halîfelerinin en büyüğü, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsîdir. Azîzân hazretleri vefâtı yaklaştığında, bütün talebelerini yetiştirmesi için onu vazîfelendirdi. Yani Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerini vekîl bıraktı.
O, irşat makâmına gelmiş olan talebelerine şöyle nasîhat ederdi:
“İrşat işine giren bir kimseye gerekir ki: Önce mürîdin, talebenin kâbiliyetini bilmelidir. Bunu bildikten sonra, ona zikr telkini yapar, kâbiliyetine göre onu yetiştirir. Bu bakımdan, mürit (talebe) terbiyesi işine girmiş olan, tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi îcâp eder ki, ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşit olan zât da, mürîdin kâbiliyeti nispetinde ona zikr telkini yapar.”
Alî Râmitenî hazretleri ile aynı yüzyılda yaşayan büyük âlim Rükneddîn Alâüddevle Semnânî, zamân zamân Alî Râmitenî hazretlerine mektup yazar ve suâller sorardı. Bir gün yine bir talebesi gelerek Alî Râmitenî hazretlerine, hocasının bazı suâllerine cevap istediğini bildirdi.
Suâllerinden birisi şöyle idi: ”Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler size gelir.
Biz mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikrâm ettiğimiz hâlde, sizde böyle bir şey yok iken, yine de insanlar sizden râzı, bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?“
Cevap: Minnet karşılığı hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bilenler ise azdır. Çalışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zamân şikâyetçiniz olmaz.
İkinci suâl: Duyduğumuza göre, sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş. Bu nasıl olmuştur?
Cevap: Allahü teâlâ’nın, zâtına âşık öyle kulları vardır ki, Hızır aleyhisselâm da onlara âşıkdır.
Üçüncü suâl: İşittik ki, siz gizli zikr yerine açık zikrle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur?
Cevap: Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgûl imişsiniz. Mâdemki işittik, demek sizin ki de gizli zikr değildir. Gizli zikirden murat, hiçbir şeyin bilinmemesi demek ise, o zamân gizli zikrle meşgûl olmak veyâ açık zikirle meşgûl olmak müsâvîdir.
Alî Râmitenî hazretleri, talebeleri ile sohbetlerinde bazı suâllere karşı şöyle buyururlardı.
(Allahü teâlâ, mümin bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defa nazar eder,) sözünün manâsı şudur: Kalbin, vücûda açılan üç yüz altmış penceresi vardır. Gönül, Allahü teâlâ’nın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyizler ve nûrlar, bu üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır.
Böyle nûrların ve feyizlerin yayıldığı bir uzuv, kendi hâline göre zevkle ibâdet eder, yapılan tâ’at ve ibâdetlerden lezzet alınır.
Buyurdular ki: Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînâna kavuşturup, rûhu kısa zamânda yüksek derecelere ulaştırır. O da; Allahü teâlâ’nın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlâ’nın nazar ettiği yerdir.
Hallâcı Mansûr zamânında, büyük mürşit Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdat edip, Tasavvufun en yüksek makâmlarına çıkarır idi. Hallâcı Mansûr da o hâllere düşmezdi.
Allahü teâlâ’ya hiç isyân etmediğiniz bir dil ile duâ ediniz ki, duânız kabûl olsun. Duânızı öyle bir delîl araya koyarak edin ki, o günâhı işlememişlerden olsun. O delîl, Allahü teâlâ’nın dostudur. Onlara tevâzu’ ve sevgi gösterin ki, sizin için duâ etsinler.
İki hâlde kendinizi sakının: Söz söylerken ve yemek yerken.
Halkı Hakka davet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve isti’dâdını bilip de ona göre davranırsa, o da öyle olsun!
İbâdetlere sarılmak ve onları yerine getirmek lâzımdır. Yerine getirilince de, onları yapmadığını kabûl edip, kendini kusûrlu bilerek, tâ’at ve ibâdete yeniden başlamalıdır. Bir gün bir kişi huzûruna gelip, kalbinin dağınıklığından ve kendisini ibâdetlere tam veremediğinden bahis etti. Şeyh hazretleri şu şi’ri okudular:
Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,
Kalbindeki dünyâ derdini senden almazsa,
Onun ile sohbetten etmez isen teberrî,
Sana yardıma gelmez azîzândan hiçbiri.
Alî Râmitenî hazretleri, (Ey îmân edenler, Yüce Allaha nasuh tövbesi ile tövbe ediniz) meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu ki; Bu âyeti kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır. Tövbeden dönseniz de tövbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tövbenin kabûlüdür. Çünkü Allahü teâlâ tövbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emir etmezdi. Emir etmesi kabûl etmesini gösteriyor. Ancak tövbe dilden değil, gerçekten kusûrunu bilerek kalpten olmalıdır.
Bir gün Mevlâ’nâ Şeyh Bedreddîn Meydânî hazretleri, Alî Râmitenî hazretlerine gelerek şöyle sordu: “Allahü teâlâ Ahzâb sûresi 41. âyetinde meâlen; (Ey îmân edenler! Allahı çokça zikr ediniz) buyurmakdadır. Bu zikirden maksat, dil zikri midir, kalp zikri midir?” Alî Râmitenî hazretleri buyurdu ki: Tasavvuf yoluna ilk girenler için dil zikridir. İşin sonuna varanlar için de kalp zikridir. Bu yola ilk giren kimse yüce Allahı kendini zorlayarak da olsa zikr etmeye çalışır. Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise öyle değildir.
Kalp zikirden te’sîr almaya başlayınca, onun bu te’sîri bütün bedene yayılır. Hemen her organ zikr etmeye başlar. İşte o zamân çokça zikr başlar. Yine o zamân bir günlük ibâdet, bir senelik ibâdet yerine geçer.
Alî Râmitenî hazretlerinin yazdığı bir risâle, Süleymâniye kütübhânesinin Tâhir Ağa kısmında, 265/2 numara ile kayıtlı bulunmaktadır. Bu eserinde buyuruyor ki: (Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı vardır. Bunlar :
Birincisi: Temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır.
1) Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği husûslardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır.
2) Bâtın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Haset etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek. Allahü teâlâ’nın düşmanlarından nefreddetmek, dostlarına da muhabbet etmek. Yani Hubbı fillah, Buğdı fillah. Kalp, Allahü teâlâ’nın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Harâm olan yiyeceklerle beslenmemelidir.
Nitekim hadîsi şerifte;
(Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ ediyor. Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Hâlbuki, yediği içtiği harâm, gıdâsı hep harâm. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?)
Yani harâm yiyenin duâsı kabûl olmaz buyruldu. Gönül, kalp temiz olmazsa, ibâdetlerin lezzeti alınamaz. Marifete, Allahü teâlâ’ya ait bilgilere kavuşulamaz.
İkincisi: Dilin temizliğidir. Dilin münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur’ânı kerîm okuması, emiri ma’rûf ve nehyi münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi gibi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; (İnsanlar, dilleri yüzünden Cehenneme atılırlar) buyurdu.
Üçüncüsü: Mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır. Bu sebeple göz, harâm şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalp, göze tâbi’dir. Her harâma bakış, kalp aynasını karartır. Nitekim Peygamber efendimiz; (Yabancı kadınların yüzlerine şehvet ile bakanların gözlerine, kıyâmet günü ergimiş kızgın kurşun dökülecektir) buyurmuştur. Yabancı kadınlara bakmak harâmdır.
Dördüncü şart: Oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla alâkalı hadîsi kudsîde; (Oruç bana aittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevabı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabır ederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır) buyrulmakdadır. Yine hadîsi şerifte; (Oruç, Cehenneme kalkandır) buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytânın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir.
Beşinci şart: Allahü teâlâyı çok hâtırlamak, ismini çok söylememdir. En fazîletli olan zikr, “Lâ ilâhe illallah”dır. Lâ ilâhe illallah diyen kimse ihlâs sahibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allahü teâlâ’nın rızâsı için yapmak, dünyâya ait mal ve makâmlardan hevesini kesip, âhıreti istemektir. İhlâslı kimse; “İlâhî! Benim maksudum sensin, senin rızânı istiyorum!” der.
Nitekim Resûlullah efendimiz, “Lâ ilâhe illallah” demenin çok fazîletli olduğunu ve söyleyenin günâhların afv edileceğini buyurdu.Allahü teâlâ, Kur’ânı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyeti kerîmesinde meâlen; (Ey îmân edenler! Allahı çok zikr ediniz!) buyurdu. Nefsin arzû ve isteklerinden kurtulmak için devâmlı zikr etmelidir.
Altıncı şart: Hâtıra Yani kalbe gelen şeytânî ve nefsî düşüncelerden kurtulmaktır. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekî, şeytânî, nefsîdir.
Hâtırı rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Hâtırı melekî; ibâdete, tâ’ate rağbet etmektir.
Hâtırı şeytânî; günâhı süslemektir.
Hâtırı nefsî de; dünyâyı talep etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsî düşüncelerden kurtulmak icap etmektedir.
Yedinci şart: Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslîm olmaktır. Havf ve recâ, Yani korku ve ümit arasında yaşamaktır. Zîrâ Allahü teâlâ’dan korkan kimse, günâh işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emir etmektedir.
Sekizinci şart: Sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günâhlara perde çekilir, harâmlar gözüne kötü görünür.
Dokuzuncu şart: İyi ve güzel huylar ile bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız) buyurdu.
Onuncu şart: Halâl ve temiz lokma yemektir. Halâl yemek farzdır.
Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz altmış sekizinci âyeti kerîmesinde meâlen; (Yeryüzündekilerden halâl ve temiz olanını yiyiniz) buyurmaktadır. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ise; (İbâdet on kısımdır. Dokuz kısmı, halâl kazanmaktır) buyurmuştur.
Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Halâl yemeyen kimse, Allahü teâlâ’ya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Halâl yiyen kimse de, Allahü teâlâ’ya isyânkâr olmaz. Halâl ve temiz yer, isrâf etmez ise, ibâdetleri kolay yapar.
Ali Râmitenî kuddise sirruh Menkıbeleri
Alî Râmitenî hazretlerine, “Azîzân” denmesinin sebebi de şöyle anlatılır: Bir zamân Alî Râmitenî’nin evinde ikiüç gün yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misâfire de evde ikrâm edecek bir şey yoktu. O sırada Alî Râmitenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç, pirinç doldurulmuş bir horoz hediye getirdi. (Bu yemeği, siz ve yakınlarınız için hâzırladım. Eğer hediyemizi kabûl buyurursanız, bizi memnûn edersiniz,) diyerek yalvardı. Bu nâzik ânda gelen yemekten son derece hoşnut olup, o talebesine iltifâtlarda bulundu. Bu yemeği, misâfirine ikrâm ederek ağırladı. Misâfir gittikten sonra, o talebesini çağırtarak; (Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdâda yetişti. Sen de bizden her ne murâdın var ise iste! Çünkü hâcet kapısı şu ânda açıktır,) buyurdu. Genç de; (İlimde ve Evliyâlık makâmında sizin gibi olmaktan başka bir arzûm yoktur. Beni bu hâle kavuşturmanızı istirhâm ediyorum efendim!) dedi. Alî Râmitenî hazretleri; (Çok zor ve yükü ağır bir iş arzû ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın. Üzerimizdeki yük, senin omuzlarına çökecek olursa kaldıramazsın. İstersen başka bir dilekte bulun,) buyurdu. Genç ise; (Dünyâda tek murâdım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni tesellî etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzû buyurursanız, ona râzıyım efendim,) dedi. Bunun üzerine Alî Râmitenî hazretleri; “Pekâlâ” buyurup, elinden tutarak, berâberce husûsî halvet hânesine girdiler. Yüz yüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra, Zâhirî ve Bâtınî ilimlerde Allahü teâlâ’nın izniyle, Alî Râmitenî’nin “kuddise sirruh” derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün dahâ yaşayıp vefât etti. Ona bir ânda kendi makâmlarını verip, kendisi gibi olmasına sebep olduğu için, iki azîz manâsında, Hazreti üstâdın İsmi “Azîzân” olarak kaldı.
Alî Râmitenî hazretlerinin iki oğlu olup, ikisi de Zâhirî ve Bâtınî ilimlerde söz sahibi idiler. Hâce Azîzân, vefâtından sonra bulunduğu yerdeki talebelerle meşgûl olmayı küçük oğlu İbrâhîme bıraktı. Büyük oğlu da Zâhirî ve Bâtınî ilimlerde çok ileri olduğu hâlde, insanlara doğru yolu gösterme vazîfesi, niye büyük oğluna verilmedi? diye, bunları tanıyanlarda bir düşünce hâsıl oldu. Büyük âlim Hâce Alî Râmitenî, bu düşünceleri anlayıp buyurdu ki: (Büyük oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamânda bize kavuşur.) Gerçekten onun vefâtından on dokuz gün sonra büyük oğlu da babasına kavuştu.
Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin en büyük talebelerinden olan seyyid Atâ, zamân zamân Alî Râmitenî hazretleri ile buluşur, görüşürlerdi. Buna rağmen bir gün, seyyid Atânın dilinden Azîzân hazretleri hakkında uygun olmayan bir söz çıktı. Aynı gün Asya içlerinden gelen çapulcu alayları, seyyid Atânın bulunduğu havâliyi yağmalayıp, oğlunu da esîr alıp gitmişler. Seyyid Atâ başına gelen bu felâketin, Azîzân hazretlerini üzmenin cezâsı olduğunu anladı. Yaptığına pişmân oldu. Büyük bir ziyâfet hâzırladı. Özr dilemek için Alî Râmitenîyi davet etti. Azîzân Alî Râmitenî hazretleri, seyyid Atânın maksadını anlayıp, ricâsını kabûl etti ve davetine geldi. Bu mecliste pek çok âlim ve velî var idi. Sofralar kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Alî Râmitenî; (Seyyid Atânın oğlu gelmeyince, Alî bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz,) dedi. Sonra bir müddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sözün ne demek olduğunu düşünürken, birden kapı çalındı. İçeriye seyyid Atânın oğlu giriverdi. Bu hâli görünce, meclisten bir feryat, bir figân koptu. Oradakiler şaşırıp, dona kaldılar. Gelen gençten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genç de; (Şu anda bir gurup kimsenin elinde esir idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi yanınızda görüyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl çözüldü, beni kim kurtararak on günlük yoldan yanınıza geldim, hiçbir şey bilmiyorum,) dedi. Meclistekiler, bunun Azîzân hazretlerinin bir kerâmeti ve tasarrufu ile olduğunu anladılar. Her biri onun talebesi olmakla şereflendiler.