Evliyânın büyüklerindendir. SultânülÂrifîn lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîddir. İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ bin Âdemdir. 160 [m. 776] veyâ 188 [m. 803] de Îrânda Hazar Denizi kenârında Bistâmda doğdu. Alî bin Âdem isminde iki kardeşleri olup, onlar da, zühd ve takvâ ile süslü ve sofiyye yoluna mensup idiler.
Dahâ annesinin karnında iken kerâmetleri görülmeye başladı. Annesi ona hâmile iken, şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
Çocuk iken bir gün câmi’ avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte olan Şakîki Belhî kendisini görüp; “Bu çocuk büyüyünce, zamânının en büyük velîsi olacak” buyurdu. Yine bir gün hadîs âlimlerinden bir zât onu görünce, çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu: “Güzel çocuk, namâz kılmasını güzelce biliyor musun?” Bâyezîdi Bistâmî de ona; “Evet, Allah dilerse becerebiliyorum” cevabını verince; “Nasıl?” diye sordu. Bâyezîdi Bistâmî de; buyur yâ Rabbî! Emirini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur’ânı kerîmi dâne dâne okuyor, ta’zîm ile rükü’ya varıyor, tevâzu’ ile secde ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum, deyince, o zât hayrân kaldı. Ey sevgili ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun, diye sordu. Bâyezîdi Bistâmî de; Onlar beni değil, Allahü teâlâ’nın beni süslediği o güzelliği mesh ediyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim, diye cevab verdi.
Küçük yaşta iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd hazretleri, büyük bir dikkatle derse devâm ediyordu. Bir gün Kur’ânı kerîm okumak için gittiği mektepte, okuduğu bir âyeti kerîmenin (Lokman sûresi: 14.cü âyeti kerîmesi) tesîri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip, niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevab verdi: “Bir âyeti kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyeti kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itâat etmemi emir ediyor. Yâ benim için Allahü teâlâ’ya duâ et, sana hizmet ve itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâ’ya ibâdet ile meşgûl olayım. Annesi; seni Allahü teâlâ’ya emânet ettim. Kendini Ona ver, dedi. Bundan sonra Bâyezîd, Allahü teâlâ’nın emirlerini yapmakta gevşeklik göstermedi. Fakat annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzûsunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlâ’nın emri de böyle idi. Elinde olmadan iki sefer annesinin arzûsunu yerine getiremedi. Bu husûsu büyük pişmânlık içinde şöyle anlatmıştır: “Hayâtımda yalnız iki defa annemin arzûsunu yerine getiremedim. Her defasında mutlaka bana zararı dokundu. Birincisinde düştüm, burnum ezildi. İkincisinde, ayağım kaydı düştüm, omzumdaki su testisi kırıldı.
Bâyezîdi Bistâmî, İmâmı Câferi Sâdık’ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. Ca’feri Sâdık’ın “radıyallahü anh” torunu ve on iki imâmın sekizincisi olan imâmı Alî Rızâ’nın sohbetinde yetişti. Ondan yayılan vilâyet nûrlarına kavuştu. Bunun bereketiyle İmâmı Câferi Sâdık’ın rûhâniyyetinden istifâde etti. Bâyezîd, İmâmı Câferi Sâdık’ın rûhâniyyetinden feyiz almakla meşhûr oldu. Üveysî olarak yetişti. Otuz sene Şâm civârında riyâzet ve mücâhede etmiş ve yüz on üç âlimden ilim öğrenmiştir. (Otuz sene mücâhede ettim. İlimden ve ilime mütabeâtdan dahâ güç bir şey bulmadım) buyurmuştur. Aşkı ilâhîde o kadar ileri ve ibadette o derece yüksekte idi ki, namâz kılarken Allahü teâlâ’nın korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîb idi. Şiirleri
Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp, çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâ’ya yalvardım. Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur, diye ilhâm olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; “Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki dâne misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâ’ya kavuşmak için yol isteyen kimselere; “Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zan ediyorsunuz. Asla izin alamazsınız, diye söylemesi bildirildi.
Bâyezîdi Bistâmî hazretleri buyurdu ki:
Dilini, Allahü teâlâ’nın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlime yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbadetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâ’yı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 684.cü sahîfesinde diyor ki: (Tevekkülün en yüksek derecesini, âriflerin sultânı, Bâyezîdi Bistâmî haber veriyor. Şöyle ki: Ebû Mûsâ Dîneverî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, tevekkülün ne olduğunu Bâyezîde sordum. Sen, ne dersin? dedi. Âlimler buyuruyor ki, (Sağın, solun, her tarafın yılan, akrep dolu olsa, kalbine bir şey gelmemesi tevekküldür) dedim. Buyurdu ki, bunu yapmak kolaydır.
Benim yanımda tevekkül (Kâfirlerin hepsini Cehennemde azâp içinde, müminlerin hepsini Cennette nimetler içinde görüp de, ikisi arasında hiç ayrılık bulmamaktır) buyurdu.)
Yine buyurdu ki:
“Gözlerini harâma bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.”
“Bir gece karanlığında odamda otururken, ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultânla oturan edebini gözetmelidir, diyordu. Hemen toparlandım.”
“Allahü teâlâ’nın kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde düşündüm. Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü teâlâ’dan bir an gâfil olmak (bir an Onu unutmak) Cehennem ateşinden dahâ şiddetlidir.”
“Ey Allahım! Ey kusûrlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki, Cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım.” Hazreti Ebû Bekri Sıddîk “radıyallahü anh” da böyle duâ ederlerdi.
“Siz havada uçan birisini gördüğünüz zamân, hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hükm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyyetin emirlerine uymaktaki hassâsiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünneti seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve za’îflik bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir, demek mümkün olmaz.”
“Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?” diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, “Nefsini üç talakla boşa” diyordu.
“Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.”
“Günâhlara bir defa, tâ’atlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Yani yaptığı ibâdet ve tâ’atlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günâhından bin kat dahâ fenâdır.”
“İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle.”
“Bütün âlemin yerine beni Cehennemde yaksalar ve ben de sabır etsem, Allahü teâlâ’ya muhabbeti davâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü teâlâ da benim ve bütün âlemin günâhını afv etse, rahmetinden ve ihsânından bir şey eksilmiş olmaz.”
“Bir kimsenin, Allahü teâlâ’ya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti; kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu’ gibi üç hasletin bulunmasıdır.”
“Allahü teâlâ’nın nimetleri, her an herkese gelmektedir. O hâlde her zamân Ona şükür etmek lâzımdır.”
“Bizim sözlerimiz Kitâp ve sünnettendir. Bu iki kaynaktan gücünü ve manâsını almayan bir sözde değer yoktur.”
Ârifin alâmeti nedir, diye sorulduğunda; Allahü teâlâ’yı anmakta gevşeklik göstermemektir, buyurdu.
Bâyezîdi Bistâmî buyurdu ki: Şu on şey beden üzerine farzdır:
1) Farzları noksansız yerine getirmek,
2) Harâm kılınan şeylerden kaçınmak,
3) Allah için mütevâzı’ olmak,
4) Müslümân kardeşlerine eziyet etmekten sakınmak,
5) İyi ve kötü herkes için hayr isteyen olmak,
6)Allahü teâlâ’nın mağfiretini arzûlamak,
7) Her işte ve her hâlde, Allahü teâlâ’nın rızâsını gözetmek,
8 )Öfkeyi, gurûr ve taşkınlığı, zulm ve haksızlığı, üzücü ölçüde mücâdeleyi terk etmek,
9) Kendi kendine nasîhatcı olmak, nefsi terbiyeye çalışmak,
10) Ölüme bilerek hâzırlanmak.
Şu on şey bedeni korur:
1) Gözleri harâmdan ve lüzûmsuz şeylerden korumak,
2) Dili zikre alıştırmak ve bunu i’tiyâd hâline getirmek,
3) Nefs muhâsebesi yapmak ve günlük hayâtı bu ölçü içinde sürdürmek,
4) İlim öğrenmek ve öğrenilen ilmi fâideli olacak şekilde kullanmak,
5) Edeb ve terbiyeyi her yerde ve herkese karşı muhâfaza etmek,
6) Bedeni, dünyânın fâidesiz işlerinden kurtarıp, dünyâ ve âhıret için fâideli işlerde kullanmak,
7) İnsanlarla haşrneşr olmamak, kalbi geliştirmek, düşünceyi berraklaştırmak, zekâyı işletmek için uzlete çekilmek,
8) Nefs ile kıyasıya mücâdele etmek,
9) Çokça ibâdet etmek,
10) Peygamber efendimizin sünnetine uymak.
Şu on şey bedenin şerefidir:
1) Tevâzu’ içinde yumuşak huyluluk,
2) Hayâ ve edeb,
3) İlim,
4) Harâm ve şüpheli şeylerden kaçınmak. Gönül râhatlığı içerisinde ibâdetleri hatâsız yapmaya çalışmak ve dünyâ şatafatına değer vermemek,
5) Her işte, atılan her adımda Allahü teâlâ’dan korkmak,
6) Güzel ahlâk,
7) Başa gelen belâ ve musîbetleri yüklenmek, sabrı dayanak yapmak,
8) Halk ile iyi geçinme yollarını, idâre etmek çârelerini bilip yürütmek,
9) Öfkeye mâni’ olmak,
10) Dilenmeyi terk etmek.
Şu on şey insanın maddî ve manevî yapısını tahrip eder:
1) Dînine önem vermeyen kimseyle arkadaşlık etmek,
2) Hayırlı ve yararlı kişilerden ayrılmak, onlarla dostluk kurmamak,
3) Nefsin isteklerine boyun eğip, onun peşine takılmak,
4) İslâmiyyetden uzaklaşmak,
5) Dinden olmayan şeyleri din adına uydurup [bidat meydâna çıkarıp], dîne sokan kimselerle [bidat sâhipleri ile] oturup kalkmak,
6) Dünyâ ve âhıret için yararlı olmayan şeylerle uğraşmak ve bu tür şeyleri arzûlamak,
7) Halkı kötü zan altında tutmak,
8) Üstünlük taslamak,
9) Dünyalıktan yana üzüntüye kapılmak,
10) Âhıreti düşünmemek.
On şey insan varlığını öldürür:
1) Terbiye azlığı,
2 )Cehâlet çokluğu,
3) Halktan nimet beklemek,
4) Şehvet azgınlığı, nefs kudurganlığı,
5) Baş olma sevdâsı,
6) Dünyâya lüzûmundan fazla meyl etmek,
7) Allahü teâlâ katında nefs ile dostluk kurmak,
8) Çok yemek,
9) Çok uyumak,
10) Kalabalığa uymak.
On şey insanı aşağılık yapar:
1) Öfke ve hiddet,
2) Kin ve nefret,
3) Büyüklenme,
4) Zulm ve haksızlık,
5) İnat yollu mücâdele,
6) Cimrilik,
7) Başkasına ezâ ve cefâ etmek,
8) Mümîn kardeşine saygısızlık,
9) Kötü huy ve fenâ ahlâk,
10) İnsâf ölçülerini aşmak.
Bâyezîd-i Bistâmî kuddise sirruh Menkıbeleri
Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden ona seslenip su istedi. Bâyezîdi Bistâmî hemen fırlayıp, su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrâr uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O hâlde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve “Su, su!” diye mırıldandı. Bâyezîdi Bistâmî elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk tesîri ile eli donmuş, parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi; Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun, dedi. Bâyezîdi Bistâmî; Anneciğim, uyandığınız zamân, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum, dedi. Bunun üzerine annesi; yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol! diye cânu gönülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona Evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsân etti.
Gençlik yıllarında yaptığı bazı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zamân zamân annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusûr bulunup bulunmadığını sorardı. Anneciğim; beni emzirdiğin zamân, benim yüzümden harâmdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilemiyorum, derdi. Annesi uzun bir müddet düşündükten sonra; Evladım, tek şey hâtırlıyorum. Sen dahâ küçük idin. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak, için ocağın üstünde pişmekte olan çorbadan komşudan izin almaksızın, parmağımı batırıp, ağzına koydum, dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helâllik dilemesini istedi. Annesi helâllik diledikten sonra, yaptığı ibâdetlerden zevk almaya başladı.
Bir gün kendisine; “Mürşidin, yol göstericin kimdir?” diye sordular. O da; “Bir kadın” dedi. “Bu nasıl olur?” dediler. Cevabında şöyle buyurdu: “Bir gün Allahü teâlâ’nın sevgisi ile, kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için, bana ricâda bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir aslana işâret ettim. Kafes açılıp, aslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcup oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için; “Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin?” dedim. Kadın; “Zâlim Bâyezîdi gördüm diyeceğim, dedi. Ben hayretle; “Neden?” diye sordum. Kadın şöyle cevab verdi: “Allahü teâlâ, bu aslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sahibi desinler diye yapmış isen çok dahâ fenâdır.” Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfâr ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydâna gelse, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah” yazısını veyâ bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydâna gelen hâllerin doğru olduklarının, Allahü teâlâ tarafından tasdik olunduğunu anlıyorum.”
Bâyezîdi Bistâmî, Allahü teâlâ’nın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, Ondan başka hiçbir şeyi hâtırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; “Yavrum İsmin nedir?” diye sorardı. Bir defasında, o talebe dedi ki; “Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defasında ismimi sormanızın hikmetini anlayamadım.” Bâyezîdi Bistâmî; “Evladım, kusûra bakma. Her defasında ismini soruyorum. Allahü teâlâ’nın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, Ondan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hâtırımda tutmaya çalışıyorum. Fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme, buyurup talebesinin gönlünü aldı.
Bir gün yakınları kendisine; “Efendim, filân yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sahibi bir velîdir, dediler ve dahâ başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Bâyezîdi Bistâmî; “Madem öyledir. O hâlde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu,” buyurdular. Talebelerinden bazıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. Bâyezîdi Bistâmî bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhâl geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünneti seniyyeye uymakta ve edebe riayette za’îf birisine, nasıl olur da kerâmet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü teâlâ’nın Evliyâsından olması mümkün değildir, buyurdu.
Bâyezîdi Bistâmî, hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası; “Şu raftaki kitabı getir, dedi. Bâyezîd; “Hangi raftaki kitabı istiyorsunuz efendim, dedi. Hocası; “Bunca zamândır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum, deyince, Bâyezîdi Bistâmî; “Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemendeki dikkat ve edebe riayetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrâfa bakmış değilim, diye cevab verdi. Hocası bu söz karşısında, “Mâdem ki durum böyledir. Senin işin temâmdır. Şimdi, artık Bistâma dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin, buyurdu.
SultânülÂrifîn Bâyezîdi Bistâmî’yi bir gece uyku bastırıp, sabâh namâzına uyanamadı. Namâzını kazâ edip, o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses işitti. Ey Bâyezîd, bu günâhını afv eyledim. Bu pişmânlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namâz sevabı ihsân eyledim, diyordu. Aradan birkaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytân gelip, Bâyezîdi Bistâmînin mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve; Kalk namâzın geçmek üzeredir, dedi. Bâyezîdi Bistâmî, şeytâna; ey mel’ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namâzının geçmesini, kazâya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın? buyurunca, şeytân şu cevabı verdi: Birkaç ay önce sabâh namâzını kaçırdığında, pişmânlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için, ayrıca yetmiş bin namâz sevabı almıştın. Bu gün, onu düşünerek, sâdece vaktin namâzının sevabına kavuşasın da, yetmiş bin namâz sevabına kavuşmayasın diye seni uyandırdım, dedi.
Bâyezîdi Bistâmî bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misâfir oldular. Ev sahibi, evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîdi Bistâmî yanında bulunanlara; “Bu kandilde bir gariplik görüyorum. Yanıyor ama Işık vermiyor. Hikmeti nedir?” diye sordu. Ev sahibi; “Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet almıştık. Bu akşâm ikinci gece yakıyoruz.” deyince, Bâyezîd, kandili söndürdü ve “hemen kandili sahibine götürüp teslîm edin. Arzû ederseniz, bir gece dahâ yakmak için izin isteyin” buyurdu. Ev sahibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrâr izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîdi Bistâmî buyurdu ki: “İşte şimdi ışığını görüyorum.”
Bâyezîdi Bistâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi olunca, çok pişman olup üzüldü. Ölü karıncayı avcuna alıp, şefkat, merhamet ve hüzün ve kırık kalbi ile karıncaya üfürünce, Allahü teâlâ’nın izni ile karınca canlanıp yürümeye başladı.