Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu, Allahü teâlâ’nın yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey Onun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlâ’nın resûlü, son Peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâp ettiği hâlde, Ona “Habîbim” diyerek hitâp etmiştir.
Nitekim, Allahü teâlâ bir Hadîsi kudsîde:
(Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!) buyurdu. Allahü teâlâ, kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zamân zamân peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere göndermiştir. Bunun için Peygamberimize “HâtemülEnbiyâ” denilmiştir.
Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamânda, her memlekette, yanî dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan, Onun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâbı kirâmdan Abdüllah bin Câbir “radıyallahü anh”; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu:
(Her şeyden evvel senin peygamberinin, yanî benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zamân ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne Melek, ne Semâ’ (gökyüzü), ne Arz (yeryüzü), ne Güneş, ne Ay, ne İnsan, ne de Cin vardı.) Âdem aleyhisselâm yaratılınca, Arşı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördü. “Yâ Rabbî! Bu nûr nedir?” diye sorunca,
Allahü teâlâ;
(Bu, İsmi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed olan, senin zürriyetinden bir Peygamberin nûrudur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım) buyurdu. Âdem aleyhisselâm yaratılınca, alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan itibâren babadan oğula intikâl ederek, asıl sahibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.
Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabâha karşı, Mekke’de doğdu. Târîhçiler, bu günün Mîlâdî sene ile 571 senesinin nisan ayının yirmisine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürri Yetîm (yetîmlerin incisi) lakabı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalibin yanında kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib Onu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcetül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize EbülKâsım Yani Kâsımın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak adetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne Peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi.
Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mirâca çıktı. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi defa muhârebe yaptı. 11 [m. 632] senesinde Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel hicrî 63, mîlâdî 61 yaşında vefât etti.
Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir.
Kur’ânı kerîm’de Şu’ârâ sûresi 219. âyetinde meâlen;
(Sen, Yani Senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana inkılap etmiş, ulaşmıştır) buyurulmaktadır.
Nitekim Peygamber efendimiz hadîsi şerifte;
(Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini Arabistân’da yerleştirdi. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydâna getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır) buyurmuşlardır.
Yaratılan ilk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâmdır. Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için, alnında Onun nûru parlıyordu. Bu zerre Hazreti Havvâ’ya, ondan Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zamân Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salavat okurlardı. Yani, “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” derlerdi. Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zamân, oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mümin, temiz ve afîf hanımlara teslîm et ve oğluna da böyle vasiyet et!” Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek sahibine ulaştı. Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabîle iki kola ayrılsa, Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda Onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. Onun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden dahâ üstün, dahâ şerefli olurdu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlada geçerek gelen bu nûr İbrâhîm aleyhisselâma, ondan da oğlu İsmâil aleyhisselâma geçmiştir. Onun da alnında sabâh yıldızı gibi parlayan nûr, evlatlarından Adnana, ondan Me’ada, ondan Nizâra intikâl etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’ad, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük ziyâfet vermiştir. “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şeydir” dediği için de, oğlunun adı Nizâr (az bir şey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr sıra ile intikâl ederek asıl sahibi olan sevgili Peygamberimize ulaşmıştır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîsi şerîflerinde buyurdular ki,
(Her asırda, her zamânda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyâya getirildim).
Bir hadîsi şerîfde,
(Allahü teâlâ, İsmâil “aleyhisselâm” evladından, Kinâne İsmindeki kimseyi ve onun sülâlesinden, Kureyş ismindeki zâtı beğendi, seçti. Kureyş evladından da, Hâşim oğullarını sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti) buyuruldu.
Başka bir hadîsi şerifte,
(Allahü teâlâ, Her şeyi yoktan var etti. Her şey içinden insanları sevdi, kıymetlendirdi. İnsanlar içinden de seçtiklerini Arabistân’da yerleştirdi. Arabistân’daki seçilmişler arasından da, beni seçti. Beni, her zamândaki insanların seçilmişlerinde, en iyilerinde bulundurdu.
O hâlde, Arabistân’da bana bağlı olanları sevenler, benim için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşmanlık etmiş olurlar) buyurulmuşdur.
Bir başka hadîsi şerifte,
(Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni, tayyib, iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum) buyuruldu.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdüllahdır. Abdüllahın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amrdır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref itibâriyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu. Abdülmuttalibin alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından, Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdüllahı severdi. Çünkü nûr ona intikâl etmiş ve onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdüllahın güzelliği Mısra kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr sebebi ile iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzûsu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise, Onu her yönüyle Ona denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Veheb bin Abdi Menâfın kızı Âmineyi oğlu Abdüllaha istedi. Vehebin kızı Âmine; güzellik, ahlâk ve nesep itibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdüllah ile birkaç nesil yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehebin kızını oğlu Abdüllaha isteyince, Veheb şöyle dedi: “Ey amcam oğlu, biz bu teklîfi sizden önce aldık. Âminenin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre, evimize bir nûr girmiş. Aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrâhîm aleyhisselâmı gördüm. Bana; “Abdülmuttalibin oğlu Abdüllahla kızın Âminenin nikâhlarını ben kıydım. Onu sen de kabûl et” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesîri altındayım. Acaba ne zamân gelecekler, diye merâk ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbîr getirdi. Nihâyet oğlu Abdüllahı Vehebin kızı Âmine ile evlendirdi. Bu mevzûda başka rivâyetler de vardır.
Abdüllah, Âmine ile evlenince, alnında parlayan nûr, Hazreti Âmineye intikâl etti. Abdüllahın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili İsmi verilmekte ise de, bu yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk Cum’a gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın nûru ise Hazreti Âmineye Cemâzil’âhir ayında intikâl etmiştir.
Câhiliyye devrinde Araplar, harbi harâm saydıkları aylarda, harp etmek istedikleri zamân, ayların ismini ve sırasını değiştirirlerdi. O zamân da ayların yeri değişik idi. Yani Cemâzil’âhir ayı Recep ayı yerinde idi. Bu değişiklik sebebiyle halk içinde bu yanlışlık yayılmıştır. Hakikatte bunun dînî ve ilimî bir kıymeti yoktur. O hâlde Nübüvvet Yani peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize intikâli, şimdiki Cemâzil’âhir ayındadır, Regâib gecesinde değildir. Muhammed aleyhisselâmın doğacağı sene, Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmın nûru Âmine vâlidemize intikâli ile birlikte, Onun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye “Senetül feth ve’l ibtihac” Yani sevinç ve bolluk yılı dediler. Âmine Hâtun Sevgili Peygamberimize hâmile iken, kocası Abdüllah ticâret için Şâma gitmişti.
Dönüşünde hastalanıp, Medîne’ye geldiği sırada, dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca,çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâbı kirâmdan Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anh” şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası Abdüllah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetîm kaldı” dediler. Allahü teâlâ da; “Onun koruyucusu ve yardımcısı benim” buyurdu.”
Âmine Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka bir rivayette de; “İsmini Ahmed koy” şeklinde bildirilmiştir. Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zamân var iken, Fil vakası meydâna geldi.
İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâ’beyi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen Vâlîsi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımıyla San’ada büyük bir kilise yaptırdı ve insanların burayı ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâ’beyi ziyâreddetmekte olup, Ebrehenin yaptırdığı kiliseye hiç itibâr etmediler. Hattâ hakâret gözüyle baktılar. İçlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâ’beyi yıkmaya karâr verdi ve bu maksatla bir ordu hâzırlayıp, Mekke üzerine yürüdü. Ebrehenin ordusunda önde yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük payı alacağı tahmîn edilen bir fil vardı. Ebrehe Mekke’ye geldi. Kâ’beye saldıracağı sırada, bu fil yere çöktü ve Kâ’beye doğru aslâ yürümedi. Yönü Yemene çevrilince koşarak gidiyordu. Böylece Mekke’ye gelip, hücûm etmek istediği hâlde, hücûm edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü teâlâ, ebâbil denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının her biri, biri ağzında ve ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veyâ mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehenin ordusu üzerine bıraktılar.
Taş isâbet eden her asker, ânında yere düşüp öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husûs Kur’ânı kerîm’de Fil sûresinde bildirilimektedir.
Böylece Kureyş kabîlesi, doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine, büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Âdem aleyhisselâmdan itibâren her Peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması yaklaşınca da birçok alâmetler ortaya çıkmış, çeşitli hâdiseler vukû’ bulmuştur.
Doğumu:
Muhammed aleyhisselâm, Hicretten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabâha karşı Mekke’nin Hâşimoğulları mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, mîlâdî 571 yılının Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlada intikâl ede gelen nûrun asıl sahibi dünyâya geldi.
Onun doğumunu annesi Hazreti Âmine hâtun şöyle anlatmıştır: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyâz bir kuş gördüm. Gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyâz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve kardan soğuk idi.
İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada bir çok hâtunlar gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrâfımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyâz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: Onu insanların gözünden örtün. O anda bir bölük kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yakuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim. Ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O hâlde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrık (doğu), biri mağrib (batı), biri de Kâ’benin üstünde idi. Etrâfımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şahâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyâz bulut indi. Onu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağribden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem Onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammedi bir beyâz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm . Birinin elinde gümüşten bir ibrik , birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammedi o leğenin içine koydular. Mübârek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada Hazreti Âminenin yanında Abdürrahmân bin Avfın annesi Şifâ Hâtun, Osmân bin EbülÂsın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı.
Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben, o gece Âminenin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp, o kadar Işık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü.” Bundan başka birçok hâdiseye şahit olan Şifâ Hâtun; “Ne zamân ki, Ona peygamberliği bildirildi, hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum” dedi. Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti. Mübârek başını kaldırıp açık bir dille, “Lâ ilâhe illallah, innî Resûlullah” dedi. Onu yıkamak istediğimde, biz Onu yıkanmış olarak gönderdik” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. Onu kundağa sarmak istediğimde, sırtında bir mühür gördüm. Mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada, hafîf sesle bir şeyler söylüyordu. Kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu.”
Resûli ekrem efendimizin doğduğunu, dedesi Abdülmuttalibe Kâ’bede, Allahü teâlâ’ya yalvarıp duâ etmekte iken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip, Onu görmeye gitti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da Onun doğumunu kutlamak için, doğumun yedinci gününde, Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek, insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi İsmi koydun diyenlere, Muhammed ismini verdim dedi.
Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allahın ve insanların Onu medh etmelerini, övmelerini istediğim için” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.
Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pek çok hâdise meydâna geldi.
Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahûdî âlimleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anladılar.Eshâbı kirâmdan Hassân bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir sabâh vakti Yahûdî’nin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak koşuyordu. Yahûdîler ne var, ne bağırıyorsun diyerek yanına toplanınca, şöyle söyledi: “Haberiniz olsun, Ahmedin yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi.”
Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece, Kâ’bedeki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşden bir cemâatin bir putu vardı. Yılda bir defa onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında, onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, put yine yere kapandı. Bu hâl üç defa tekrârlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri sırada, şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu. Yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalpleri titredi.” Bu hâdise tâm Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.
Medâyn şehrindeki Îrân Kisrâsının sarâyının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı, yine kendilerinden bazı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyâları tabîr ettirdiklerinde, bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.
Yine o gece Mecûsîlerin Yani ateşe tapanların, bin yıldan beri yanmakta olan ateşleri âniden söndü. Ateşin söndüğü târîhi kayt ettiler. Kisrânın sarâyından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.
İnsanların mukaddes saydıkları Sâve Gölünün yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.
Şâm tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak, akmaya başladı.
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden itibâren şeytân artık, Kureyş kâhinlerine vukû’ bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi.
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve dahâ sonra o zamâna kadar görülmemiş bu hâdiselerden başka, pek çok hâdise vukû’ buldu. Bunların hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrîf ettiğine işâret olmuştur.
Çocukluğu:
Sevgili Peygamberimiz doğduktan sonra, dokuz gün kadar annesi Âmine Hâtun tarafından emzirildi.
Sonra Ebû Lehebin câriyesi Süveybe Hâtun onu bir müddet emzirdi. O zamân, Mekke halkının çocuklarını, bir süt annesine vermeleri âdetti.
Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları, havası iyi, suyu tatlı olan civâr yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslîm edince de, çok ücret ve hediyeler alırlardı.
Peygamberimizin doğduğu sene de, yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabîlesinden bir çok süt anne, Mekke’ye gelip, her biri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabîlesi Mekke civârındaki kabîleler arasında şerefte, cömertlikte, mertlik ve tevâzuda ve Arabî’yi düzgün konuşmakta meşhûr olduğundan, Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri çocuklarını, dahâ çok, bu kabîleye vermek isterlerdi. O sene Benî Sa’d kabîlesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olduğundan, ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere, her senekinden dahâ çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhâssa zengin âilelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların her biri birer çocuk almışlardı.
Peygamber efendimiz yetîm olduğu için, fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz Ona tâlip olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, Hilmi (yumuşaklığı), hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları za’îf olduğu için, Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak, zengin âilelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için, bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile hürmet celbeden, sîması çok sevimli bir zât ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Âminenin evine götürdü. Halîme Hâtun şöyle anlatmıştır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda, Onu, yünden beyâz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrâfa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp, bir anda Ona öylesine ısındım ki, uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla, derhâl yüzünü örtüp, kucağıma aldım. Sağ mememi verdim, emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi.
Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde, yağmur duâsına giderken, Onu yanlarında götürüp, duâ ederek, Onun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.
Sevgili Peygamberimiz, süt annesi Halîme Hâtunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emeklemeğe başladı. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylıkken yürüdü. Altı aylıkken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylıkken her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz aylıkken gâyet açık konuşmaya başladı. On aylık olunca ok atmaya başladı. Halîme Hâtun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemîn” dedi. O günden sonra “Bİsmillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında, çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık” derdi. Her gün Onu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyâz bir bulut dâimâ birlikte hareket eder ve Onu gölgelerdi. Bir gün Halîme Hâtun farkında olmadan, süt kardeşi Şeymâ ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halîme Hâtun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu.
Şeymâya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeymâ; “Anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut, Onu dâimâ gölgeliyor” dedi.
Yine bir gün süt kardeşi Abdüllah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyâz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp, karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halîme Hâtun ile kocası Hâris, süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor.
“Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında, şöyle anlattı: “Yanıma beyâz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyâh bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular” dedi. Bu hâdiseye “Şakkı sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ânı kerîmde İnşirah sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir.
Muhammed aleyhisselâma peygamberliği bildirildikten sonra, Eshâbı kirâmdan bazıları; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; (Ben ceddim İbrâhîmin duâsıyım. Kardeşim Îsânın müjdesiyim! Annemin ise rüyasıyım. O bana hâmileyken Şâm sarâylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyâz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyâh bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler) buyurdu.
Halîme Hâtun, Onu dört yaşından sonra Mekke’ye götürüp, annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Halîme Hâtuna çok büyük hediyeler verip, ihsânda bulundu. Halîme Hâtun Onu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de Onunla birlikte kaldı” demiştir. Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye (hizmetçi) ile birlikte akrabâlarını ve babası Abdüllahın mezârını ziyâret için Medîne’ye gittiler. Medîne’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bazı alâmetlerini gören Yahûdî âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zamân Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmineye haber verince, Âmine hâtun, Ona bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı.
Ebvâ denilen yere geldiklerinde, Hazreti Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:
Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.
Ben de öleceğim tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlat,
Gözümü kapadım, içim pek râhat.
Benim nâmım kalır dâim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.
Biraz sonra vefât etti. Orada defin edildi. Ümmü Eymen, Muhammed aleyhisselâmı Mekke’ye getirip, dedesi Abdülmuttalibin yanına bıraktı. Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü.
Abdülmuttalib, vefâtı yaklaşınca, oğullarını toplayıp, sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu. Resûli ekrem efendimiz koşup, amcası Ebû Tâlibin kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de Onu oğlu Ebû Tâlibe bıraktı ve Ona iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti.
Peygamberimiz sekiz yaşından sonra, amcası Ebû Tâlibin yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zamân Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyşin ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. Onu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce Onun başlamasını isterdi. Bazen da Ona ayrı sofra kurdururdu. Sabâhları uyandığında yüzünden nûr saçıldığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlibin fazla malı yoktu ve âilesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra, bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû’ bulan kuraklık sebebiyle, halk sıkıntıya düştüklerinde, Ebû Tâlib Onu Kâ’benin yanına götürüp duâ etti. Onun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.
Gençliği:
Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, dahâ gençliğinde Mekke halkı arasında, diğerlerinden farklı olarak, çok sevilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün hâlleri, insanlar arasında fevkalâde farklılığı ile herkes Ona hayrân olmuştur.
Mekke halkı, Onda gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı da Ona ElEmîn (her zamân kendisine güvenilen) dediler ve gençliğinde bu isimle meşhûr oldu.
Peygamberimizin gençliği sırasında, Araplar koyu bir câhiliyyet devri yaşıyorlar idi. Aralarında puta tapmak, içki, kumar, zinâ, fâiz ve dahâ birçok çirkin iş yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm onların bu bozuk hâllerinden son derece nefret eder, her kötülüklerinden dâimâ uzak dururdu.
Bütün Mekke halkı Onun bu hâlini bilirler ve hayret ederlerdi. Dahâ çocukluğunda Onunla birlikte Kâ’beyi tavâf eden dedesi Abdülmuttalib ve amcası Ebû Tâlib, Onun putlardan nefret ettiğini iyi bildikleri için, tavâf sırasında Onu Kâ’benin çevresindeki putlara yaklaştırmazlar ve bozuk işlerin yapıldığı mahallerden uzak tutarlardı.
Nitekim amcası Ebû Tâlib ile ticâret için Şâma gitmek üzere yola çıkıp, Busra denilen yerde konakladıklarında, kendisinde peygamberlik alâmetleri görerek, Lât ve Uzzâ putları adına yemîn verip, bazı şeyler soran rahip Bahîraya; “Bana Lât ve Uzzâ adına yemîn vererek bir şey sorma! Vallahi, ben, o putlardan duyduğum nefreti hiçbir şeyden duymam” buyurmuştur. Putlardan şiddetle nefret ettiği için asla yanlarına yaklaşmazdı.
Çocukluğunda ve gençliğinde kendine ait koyunları güder, geçimini böyle sağlardı. Bir taraftan da çok bozulmuş olan cemiyetten bu münâsebetle uzak dururdu. Bir defasında Eshâbı kirâma; “Koyun gütmeyen hiçbir peygamber yoktur” buyurmuştur. “Yâ Resûlallah, sen de gütdün mü?” denilince; “Evet ben de gütdüm” buyurdu.
Muhammed aleyhisselâm yirmi yaşlarında bulunduğu sıralarda, Mekke’de asâyiş tamâmen bozulmuş, zulm son derece yaygınlaşıp, mal, can ve nâmus emniyeti kalmamıştı. Mekke’nin yerli halkından fakîr olanların uğradığı haksızlığa ve zulme, ticâret için ve Kâ’beyi ziyâret maksadı ile gelen yabancılar da uğruyorlar, haklarını almak için mürâcaat edecek bir merci bulamıyorlardı. Bu sırada ticâret için Mekke’ye gelen Yemenli bir tüccarın malları, Âs bin Vâil adında bir Mekkeli tarafından zorla gasp edilmişti. Bu hâdise üzerine Yemenli, Ebû Kubeys dağına çıkıp feryat ederek, hakkının alınması için kabîlelerden yardım istedi. Artık zulmün had safhaya ulaştığını dile getiren bu tip hâdiseler üzerine, Hâşim ve Zühre oğulları ve diğer kabîlelerin ileri gelenleri, Abdüllah bin Cedânın evinde toplandılar. Yerli yabancı hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasına, zulme mâni’ olmaya ve haksızlığa uğrayanların haklarını almaya karâr verdiler. Bu maksatla bir de adâlet cemiyeti kurdular. Muhammed aleyhisselâmın genç yaşta katıldığı ve kuruluşunda çok tesîrli olduğu bu cemiyete, dahâ önceden Fadl adındaki iki kişi ile Fudayl adında biri tarafından kurulup, zamânla unutulan bir cemiyeti de hâtırlatmak bakımından, Fâdılların yemîni manâsında Hilful Fudûl Cemiyeti denildi. Bu cemiyet, zulmü önleyip, Mekke’de bozulan asâyişi yeniden kurdu. Tesîri uzun müddet devâm etti. Muhammed aleyhisselâm kendisine peygamberlik bildirildikten sonra, bu hâdiseyi Eshâbı kirâma anlatıp: (Abdüllah bin Cedânın evinde yapılan yemînleşmede ben de bulundum.
Bence o yemînleşme kırmızı tüylü develere (servete) sâhip olmaktan dahâ sevimlidir. Şimdi de böyle bir meclise çağrılsam icâbet ederim) buyurdu.
Mekke’liler öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini sağlarlardı. Muhammed aleyhisselâmın amcası Ebû Tâlib de ticâretle uğraşıyordu. Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşında bulunduğu sıralarda, Mekke’de geçim sıkıntısı iyice artmıştı. Bunun üzerine Mekke’liler Şâma gitmek için büyük bir ticâret kervanı hazırlamıştı.
Ebû Tâlib yeğeni Muhammed aleyhisselâma bu kervana katılmasını tavsiye etti. Amcası Ebû Tâlibin bu tavsiyesi üzerine, Mekke’de üstün ahlâkı ve meziyetleriyle tanınan ve tâhire (çok temiz) lâkabıyla anılan Hazreti Hadîce’nin mallarını götürüp satmak maksadı ile bu ticâret kâfilesine katıldı. Bu işten büyük bir memnûniyet duyan Hazreti Hadîce, kölesi Meysereyi de Onun yanına yardımcı olarak vermişti. Bu sefer sırasında bir bulut, devâmlı üzerinde dolaşarak Muhammed aleyhisselâmı gölgeledi. Kuş şekline giren iki melek sefer bitinceye kadar Onunla birlikte hareket etti.
Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup, kervandan geri kalan iki deve, Muhammed aleyhisselâmın ayaklarını eliyle sığamasından sonra, birden süratlenerek yola devâm ettiler. Üç ay süren bu sefer müddetince, Muhammed aleyhisselâmın dahâ nice hârikulâde hâllerine şâhit olan kervandakiler, Onu son derece sevip, şânının çok yüce olacağını anlamışlardı. Busra denilen yere vardıklarında, dahâ önce amcası Ebû Tâlible ticâret için geldiklerinde, konakladıkları manastırın yakınında bir yerde, bu seferde de konakladılar. Gördüğü birçok alametten Onun son Peygamber olacağını anlayıp söyleyen rahip Bahîra ölmüş, Onun yerine Nastura adında başka bir rahip geçmişti. Nastura, manastırın yakınına gelip konan Kureyş kervanını seyrediyordu.
Muhammed aleyhisselâm, manastırın yakınında bulunan kuru ağacın altına oturunca, kuru ağaç birden bire yeşerdi. Bunu gören Nastura, koşup geldi. Elinde yazılı bir kağıt vardı. Bir kâğıda, bir de Muhammed aleyhisselâmın yüzüne bakıyor, baktıkça da hayrete düşüyordu. Nastura, bildiği, duyduğu ve okuduğu alâmetleri aynen görüp, Muhammed aleyhisselâmı göstererek; “Îsâ aleyhisselâma İncîli indiren Allah hakkı için bu zât son Peygamber olacaktır. Ne olaydı ben Onun peygamber gönderilerek, emir olunduğu zamâna ulaşsaydım!” dedi. Muhammed aleyhisselâm Busra pazarında Hadîce Hâtunun mallarını satarken de, Onunla pazarlık yapan bir Yahûdî inanmadığı için; “Lât ve Uzzâya (iki put İsmi) yemîn et ki inanayım” deyince, Muhammed aleyhisselâmın;
“Ben o putlar adına asla yemîn etmem! Onların yanından geçerken yüzümü başka tarafa çevirerek geçerim” buyurmuştu. Ondaki diğer alâmetleri de gören Yahûdî; “Söz senin sözündür. Vallahi bu zât Peygamber olacak bir kimsedir ki, âlimlerimiz kitâplarda bunun vasfını bulmuşlardır” diyerek hayrânlığını açıklamıştı.
Kureyş kervanı ticâretini tamâmlayıp Mekke’ye dönünce, kervanda bulunan Hadîce Hâtunun kölesi Meysere, Muhammed aleyhisselâm hakkında işittiklerini ve gördüklerini Hadîce Hâtuna bir bir anlattı.
Hadîce Hâtun mallarını satmak üzere teslîm ettiği Muhammed aleyhisselâmın iyi kâr getirdiğini görerek, çok memnûn olmuştu.
Evlenmesi:
Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşındayken, ilk olarak Hazreti Hadîce “radıyallahü anhâ” ile evlendi. Hazreti Hadîce, Kureyş kabîlesinin Esedoğullarından, kırk yaşında ve dul bir hanım idi. Fakat, malı, cemâli, aklı, ilmi, şerefi, nesebi, iffet ve edebi pek fazla idi. Yüksek ahlâkı ve üstün vasıfları sebebiyle Kureyş arasında “Tâhire” (çok temiz) diye meşhûr olmuştu. Îmâna geldikten sonra da kendisine “HadîcetülKübrâ” denildi. Hadîce Hâtun mallarını Şâm tarafına götürüp Busrada satan Muhammed aleyhisselâmı; adâleti, üstün ahlâkı ve hakkında duyup şâhit olduğu hâdiseler sebebiyle son derece takdir etti. Bu hâdiseden kısa bir süre sonra, yakınlarının da kabûl etmesiyle evlenmeleri kararlaştırıldı.
Nikâh meclisi Hazreti Hadîcenin evinde kuruldu. Ebû Tâlib ve Varaka bin Nevfel tarafından takdîm konuşmaları yapıldı. Nikâhı Varaka bin Nevfel kıydı. Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri de nikâh şahidi olarak bulundular. Zamânının emsalsiz bir kadını olan Hadîce “radıyallahü anhâ” vâlidemiz evlilik hayâtı boyunca, Muhammed aleyhisselâma dâimâ hizmet edip, yardımcısı oldu. Muhammed aleyhisselâmın onunla evliliği, onun vefâtına kadar yermi beş sene sürdü. Bunun on beş senesi nübüvvetten önce, on senesi de nübüvveti bildirildikten sonradır. Muhammed aleyhisselâm, Hazreti Hadîce hayâtda iken başkası ile evlenmedi.
Muhammed aleyhisselâmın Hazreti Hadîce’den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. Bunlar, Kâsım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdüllah (Tayyib)dir.
Mısırlı bir câriye olan Mâriyeden de İbrâhîm adlı oğlu olmuştu. [Mâriye Müslüman olup, Ömer “radıyallahü anh” zamânında vefât etti. Cenâze namâzını Ömer “radıyallahü anh” kıldırdı.] Diğer zevcelerinden çocuğu olmadı.
Resûli ekrem efendimiz ikinci defa olarak, elli beş yaşında iken, Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” kızı Âişe “radıyallahü anhâ” ile evlendi. Bunu, HadîcetülKübrânın vefâtından bir yıl sonra, Allahü teâlâ’nın emri ile nikâh eylemişti. Ölünceye kadar, onunla yaşadı.
Diğer hanımlarını hep, Hazreti Âişe’den sonra, dînî, siyâsî sebeplerle veyâ merhamet ve ihsân ederek, Allahü teâlâ’nın izniyle nikâh etti.
Kadınlara ait yüzlerce nâzik bilgileri, Müslüman kadınlarına, mübârek zevceleri yolu ile bildirdi.
Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu. Allahü teâlâ’nın dînini tam olarak bildirmek için, çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı.
Muhammed aleyhisselâm Hazreti Hadîce ile evlendikten sonra da Mekke’de ticâretle meşgûl oldu. Ticâreti Saib bin Abdüllah ile ortaklık şeklinde yürütürdü. Kazançlarıyla misâfirleri ağırlarlar, yetîmlere ve fakîrlere yardım ederlerdi.
Muhammed aleyhisselâm yine bu sıralarda Hazreti Hadîce’nin kölesi Zeydi himâyesine alıp, onu kölelikten âzât etti. O zamân küçük yaşta bulunan Hazreti Alîyi de yanına alıp evladı gibi yetiştirdi.
Peygamberliği:
Muhammed aleyhisselâm dahâ otuz yedi yaşında iken, gâibden “Yâ Muhammed” diye nidâ olunduğunu duyardı. Otuz sekiz yaşında iken de bir takım nûrlar görmeye başladı. Bu hâlini sâdece Hazreti Hadîce’ye anlatırdı.
Muhammed aleyhisselâma peygamberliğin bildirilmesinin yaklaştığı bu sırada, o zamânın meşhûr ediplerinden Kus bin Sâide, Ukaz Panayırında deve üzerinde büyük bir kalabalığa karşı okuduğu hutbede, Onun geleceğini müjdelemişti. Bu hutbeyi dinleyenler arasında Muhammed aleyhisselâm da bulunmuştu. Kus bin Sâide bu meşhûr hutbesinin bir bölümünde şöyle demiştir: “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız, yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur... Kulak veriniz, iyi dinleyiniz? Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var... Allahın indinde bir din... Ve Allahın gelecek olan bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınızın üstüne düştü. Ne mutlu o kimseye ki, Ona îmân edip de O dahî ona hidâyet eyleye. Vay Ona isyân ve muhâlefet eden bedbahta! Yazıklar olsun ömürleri gafletle geçen ümmetlere!..”
Muhammed aleyhisselâm otuz dokuz yaşında iken, sâdık rüyalar görmeye başladı. Rüyasında ne görürse aynen çıkardı. Bu hâl altı ay devâm etti. Bundan sonra yalnızlığı sevip, insanlardan uzaklaşarak Hira Dağında bir mağarada tefekküre dalardı. Bazen Mekke’ye gelir, Kâ’beyi tavâf ettikten sonra evine giderdi. Evinde bir müddet kalıp, yanına biraz yiyecek alarak, yine Hira Dağındaki mağaraya gidip, tefekkür eder ve ibâdetle meşgûl olurdu. Bu hâlini gören Mekkeliler; “Muhammed Rabbine âşık oldu” demişlerdi.
Muhammed aleyhisselâm kırk yaşında iken, Ramezân ayında Hira Dağındaki mağaraya çekilmiş ve tefekküre dalmıştı. Ramezânın 17. Pazartesi gecesi, gece yarısından sonra kendisini adıyla çağıran bir ses işitti. Başını kaldırıp, etrâfa baktığı sırada, ikinci defa bir ses işitti ve her tarafı birden bire bir nûr kapladığını gördü. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm karşısına geldi. “Oku!” dedi. “Ben okumuş değilim” dedi. O zamân melek Muhammed aleyhisselâmı tutup, tâkatı kesilinceye kadar sıktı ve; “Oku!” dedi. Yine; “Ben okuma bilmem” cevabını verdi. İkinci defa sıktı ve; “Oku!” dedi. “Ben okuma bilmem” dedi. Cebrâîl aleyhisselâm üçüncü defa tutup sıktı ve sonra bıraktı ve;
“Oku! Her şeyi yaratan Rabbinin ismiyle ki O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı! Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle (yazmayı) öğreten Odur.
İnsana bilmediğini O öğretti” meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyetini getirdi. Muhammed aleyhisselâm da onunla berâber okudu. İlk vahiy bu sûretle başladı ve bütün cihânı aydınlatan İslâm güneşi doğdu.
Muhammed aleyhisselâm Peygamberlik vazîfesinin mes’ûliyyetini düşünerek, büyük bir heyecânla Hira Dağındaki mağaradan çıkıp, aşağıya inmeye başladı. Dağın ortasına geldiği sırada bir ses duydu.
Cebrâîl aleyhisselâm;
“Yâ Muhammed, Sen Allahın Resûlüsün; ben de Cibrîlim” diyordu. Cebrâîlin sesini duyduğu gibi, kendisini de gördü. Cebrâîl aleyhisselâm burada Peygamberimize abdest almasını gösterdi.
Peygamber efendimiz evine dönünceye kadar yanından geçtiği her taşın, her ağacın, “Esselâmü Aleyke yâ Resûlallah” dediğini işitiyordu.
Bundan sonra evine gelip; “Beni örtünüz.” buyurarak, heyecânı geçinceye kadar bir miktar yattı. Biraz istirâhat ettikten sonra, gördüklerini Hazreti Hadîce’ye anlattı.
O da; “Biliyorum ki sen doğru sözlüsün. Emânete riâyet edersin. Güzel huylu ve iyi ahlâklısın. Senin bu ümmetin Peygamberi olacağını umarım” dedi. Sonra bu durumu sormak üzere Varaka bin Nevfele gittiler. İbrâniceyi bilen, çok kitâp okumuş ve dinler hakkında bilgi sahibi olan Varaka bin Nevfele durumu anlattılar. Varaka Muhammed aleyhisselâmın anlattıklarını dinledikten sonra; “Müjde yâ Muhammed! Allaha yemîn ederim ki sen Îsânın “aleyhisselâm” haber verdiği son peygambersin! Sana görünen melek, senden evvel Mûsâya “aleyhisselâm” gelen Cebrâîldir. Ah! ne olurdu, genç olaydım. Seni Mekke’den çıkardıkları zamâna yetişeydim de sana yardım etseydim” dedi.
Muhammed aleyhisselâma ilk vahiy geldikten sonra, üç sene vahiy gelmedi. Bu arada Mikâîl aleyhisselâm adındaki melek gelip, bazı şeyler öğretti. Fakat vahiy getirmedi. Bu sırada Peygamber efendimiz üzüldükçe Cebrâîl aleyhisselâm gözüküp;
“Ey Muhammed! Sen Allah’ın peygamberisin!” der, üzüntüsünü giderirdi.
Vedâ Haccı:
Hicretin onuncu senesinde Sevgili Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hac için hâzırlanıp, Medîne’deki Müslümânların da hâzırlanmalarını emir buyurdu. Medîne dışında bulunan Müslümânlara da haber gönderdi. Bu haber üzerine binlerce Müslümân Medîne’de toplandı. Hâzırlıklar tamâmlanınca, Peygamberimiz Zilka’de ayının yirmi beşinci günü kırk bin kişilik bir kâfile ile öğle namâzından sonra Medîne’den hareket etti. Yüz kurbanlık deve götürdü. On gün süren yolculuktan sonra, Zilhicce ayının dördüncü günü Mekke’ye vardılar. Yemenden ve diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla Müslümânların sayısı yüz yirmi dört bine ulaştı. Peygamberimiz Zilhiccenin sekizinci günü Minaya, dokuzuncu günü (arife günü) Arafat’a gitti. Arafat Vâdisinin ortasında öğleden sonra Kusvâ adlı devesinin üstünde Vedâ Hutbesini okudu.
Sevgili Peygamberimiz bu hutbesinde kan davâları, fâiz, kumar, her türlü zulüm gibi câhiliyye devrine ait bütün kötülüklerin kaldırıldığını bildirdi ve insan haklarını anlattı. Allahü teâlâ’nın emirlerini ve yasaklarını, erkeklerin kadınlar ve kadınların da erkekler üzerindeki haklarını, Müslümânların kardeş olduğunu ve dahâ birçok husûsu bildirdi. Eshâbı kirâmla vedalaştı.
Peygamber efendimiz Vedâ Hutbesini okuduğu gün;
(Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim. Üzerinize nimetimi tamâmladım. Size din olarak İslâm dînini seçtim.) meâlindeki Mâide sûresinin üçüncü âyeti nâzil oldu. Peygamberimiz bu âyeti kerîmeyi Eshâbı kirâma okuyunca, Hazreti Ebû Bekri Sıddîk ağlamaya başladı. Eshâbı kirâm ağlamasının sebebini sorunca; “Bu âyet, Resûlullahın vefâtının yakın olduğunu gösteriyor, onun için ağlıyorum” buyurdu.
Peygamber efendimiz Mekke’de on gün kalıp, Vedâ Haccını yaptı ve vedâ tavâfını yaparak Medîne’ye döndü. Vedâ Haccından sonra Eshâbı kirâm Resûlullah efendimizin bildirdiği ve emir ettiği şeyleri gittikleri yerlerde anlattılar.
Hicretin onuncu yılında vukû’ bulan bir hâdise de Peygamberlik iddiasında bulunan yalancıların ortaya çıkmasıdır. Bunlardan birisi Yemende ortaya çıkan Esvedi Anesîdir. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” emiri üzerine Esvedi Anesî Yemendeki Müslümânlar tarafından evinde öldürüldü. Diğeri de Müseylemetül Kezzâbdır. Peygamber efendimizin vefâtından sonra Ebû Bekr “radıyallahü anh” Müseyleme üzerine Hâlid bin Velîd kumandasında bir ordu gönderdi. Müseylemeyi de Vahşî “radıyallahü anh” öldürdü.
Peygamberimiz hicretin on birinci yılında hastalanıp, vefâtından kısa bir zamân önce Müslümânlar için büyük bir tehlike olan Bizans üzerine gönderilmek üzere, Üsâme bin Zeyd komutasında bir ordu hâzırladı. Ordu hareket etmek üzereydi. Fakat Resûlullahın hastalığı ağırlaşınca, hareket etmedi.
Bu ordu dahâ sonra Hazreti Ebû Bekrin halîfeliğinin ilk günlerinde, Bizans üzerine gidip, parlak zaferler kazandı. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtı da bu yılda oldu.
Vefâtı:
Peygamberimiz Vedâ Haccında Minada bulunduğu sırada; (Allahın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allahın dînine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek, tespih et! Ondan afv dile! Çünkü O, tövbeleri dâimâ kabûl eder) meâlindeki en son nâzil olan Nasır sûresi indiğinde, Peygamber efendimiz kızı Hazreti Fâtımayı çağırıp;
(Bana kendi vefâtım haber verildi) buyurdu. Bunun üzerine ağlamaya başlayan Fâtımaya;
(Ağlama, zîrâ benim ehlimden bana ilk kavuşan sen olacaksın) buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm Peygamber efendimize her sene o zamâna kadar nâzil olan âyetleri okumak üzere bir kere gelirdi. Vefât edeceği sene iki kere gelip, Kur’ânı kerîmi iki defa baştan sona okudu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etmeden bir müddet önce, Bakî mezârlığında ve Uhudda bulunan Müslümânların kabrini ziyâret ederek, onlar için duâ ve istiğfâr etti.
(Hak Sözün Vesîkaları) kitabının 102.ci sahîfesinde buyuruluyor ki: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, hicretin on birinci yılı, Safer ayının yirmi yedinci günü, mübârek başı ağrımağa başladı.
Zevcei mükeremesi Hazreti Âişe “radıyallahü anhâ” hazretlerinin odasına teşrîf buyurdu. Abdürrahmân bin Ebî Bekri çağırıp, kendilerinden sonra, Ebû Bekri Sıddîkın halîfe seçilmesi için, vasiyet yazdıracağını bildirip, hokka ve kalem getirmesini emir buyurdu. Abdürrahmân emirlerini yapmağa giderken (Sonra getirirsin, şimdi dursun!) buyurdu ve mesciti şerîfe teşrîf eyledi. Eshâbı kirâma “aleyhimürrıdvân” haber alıp, mescide toplandılar. Fahri âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” minbere çıkıp, Eshâbına nasîhat verdi ve helâllaştı. Sonra, Ebû Bekri Sıddîkın Eshâb arasındaki üstünlüğünü, kıymetini, kendisinden çok hoşnut olduğunu bildirdi. Birkaç gün sonra hastalık arttı. Ensârı kirâm, Yani Medîne’nin yerli ahâlîsi çok üzüldü. Mesciti şerîfin etrâfında pervâne gibi dolaşmağa başladılar. Hazreti Abbâsın oğlu Fadl ile, Ebû Tâlibin oğlu olan Hazreti Alî bu hâli Resûlullaha haber verdi. Merhamet buyurarak, sıkıntıya katlanıp ve bu ikisi birer koltuğuna girip tekrâr mesciti şerîfe getirdiler.
Eshâbı kirâm mescitte toplandı. Hâtemülenbiyâ hazretleri minbere çıktı. Allahü teâlâ’ya hamd ve senâ ettikten sonra, Ensâra dönüp,
(Ey Eshâbım! Benim ölümümü düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiçbir Peygamber, ümmeti arasında sonsuz kaldı mı ki, ben de sizin aranızda sonsuz kalayım? Biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım. Size nasihatim olsun ki, Muhâcirlerin büyüklerine saygı gösteriniz) buyurdu.
Sonra,
(Ey Muhâcirler! Size de vasiyetim şudur ki, Ensâra iyilik ediniz! Onlar size iyilik etti. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu hâlde, sizi kendilerinden üstün tuttular. Mallarına sizi ortak ettiler. Her kim, Ensâr üzerine hâkim olur ise, onları gözetsin, kusûr edenleri olursa afv etsin) buyurdu.
Sonra çok güzel, tesîrli nasihatler edip,
(Allahü teâlâ, bir kulunu dünyâda kalmak ile, Rabbine kavuşmak arasında serbest bıraktı. O kul, Rabbine kavuşmak istedi) dedi. Bu sözden yakında vefât edeceği anlaşılıyordu. Ebû Bekri Sıddîk “radıyallahü anh” bu sözün ne demek olduğunu anlayıp, canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! diyerek ağladı. Resûli ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Ona, sabır ve katlanmak lâzım geldiğini emir etti. Mübârek gözlerinden yaş akıyordu.
(Ey Eshâbım! Dîni İslâm yolunda sıdk ve ihlâs ile malını fedâ eden Ebû Bekrden çok râzıyım. Âhıret yolunda arkadaş edinmek elde olsaydı, Onu seçerdim) buyurdu. Sonra, Eshâbı kirâmdan mesciti şerîfe kapıları açık olanların kapılarını kapattı. Yalnız, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” kapısının eskisi gibi açık bırakılmasını emir eyledi. Yine lutf ederek söze başlayıp:
(Ey Muhâcirler ve ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin fâidesi yoktur.
Allahü teâlâ, hiçbir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kazâ ve kaderini değiştirmeğe, irâdesinden üstün olmağa kalkışırsa, Onu kahır ve perîşan eder. Allahü teâlâya hîle etmek, Onu aldatmak isteyenin işleri bozulup, kendi aldanır. Biliniz ki, ben sizlere karşı raûf ve rahîmim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser havuzunun başıdır.
Cennete girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın. Ey Müslümânlar! Kâfir olmak, günâh işlemek, nimetin değişmesine, rızkın azalmasına sebep olur. İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerine itâat ederse, hükümet başkanları, âmirleri, vâlîleri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücûr, taşkınlık yapar, günâh işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar. Benim hayâtım, sizin için hayırlı olduğu gibi, ölümüm de hayrdır ve rahmettir. Eğer bir kimseyi haksız yere dövmüş veyâ fenâ bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını almasına, birinizden haksız bir şey almış isem, geri istemesine râzıyım ve halâllaşmağa hâzırım. Çünkü, dünyâ cezâsı, âhıret cezâsından pek hafiftir. Buna katlanmak dahâ kolaydır) buyurdu. Minberden indi. Namâzdan sonra tekrâr minbere çıkıp, vasiyet ve nasihatten sonra
(Sizi Allahü teâlâya ısmarladım) diyerek odasına teşrîf buyurdu. Hastalık zamânında, ezân okundukça, mesciti şerîfe çıkar ve imâm olup, cemâat ile namâzı kılardı. Vefâtına üç gün kala, hastalığı ağırlaştı.
Artık mesciti şerîfe çıkamadıklarından
(Ebû Bekre söyleyiniz! Eshâbıma namâz kıldırsın) buyurdu. Ebû Bekri Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullahın hayâtında Müslümânlara imâm olarak, on yedi vakit namâz kıldırdı. Cenâze işlerini Hazreti Alînin yapmasını emir buyurdu. Hastalıktan önce, kendilerine gelmiş olan birkaç altını fakîrlere verip, birkaçını da, Âişeye “radıyallahü anhâ” vermişti. Rebî’ulevvelin onuncu Cumartesi günü, Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek hâl ve hâtırını sordu.
Pazar günü yine gelip sordu ve Yemende Peygamber olduğunu söyleyen yalancı Esvedi Anesînin öldürüldüğünü haber verdi. Resûli ekrem de, Eshâbına bildirdi. Pazar günü, Resûlullahın hastalığı ağırlaşdı. Ordu kumandanı yaptığı Üsâme hazretleri gelmişti. Resûlullah, dalgın yatıyordu. Üsâmeye bir şey söylemedi. Fakat, mübârek kollarını kaldırıp, Onun üzerine sürdü. Ona duâ ettiği anlaşıldı. Pazartesi günü Eshâbı kirâm mesciti şerîfde saf saf olup, Ebû Bekri Sıddîk hazretlerinin arkasında sabâh namâzını kılarlar iken, Fahri âlem hazretleri mesciti şerîfe geldi. Ümmetinin saf saf olup ibâdet ettiklerini gördü. Sevinerek tebessüm buyurdu. Kendisi de Hazreti Ebû Bekre uyup, arkasında namâz kıldı. Eshâbı kirâm Resûlullahı mescitte görünce, hastalık geçti sanarak sevindiler. Resûli ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ise Hazreti Âişenin odasına teşrîf buyurup yattı.
(Allahü teâlânın huzûruna, dünyâ malı bırakmadan gitmek isterim, yanında kalan altınları da, fakîrlere dağıt!) buyurdu. Sonra ateşi arttı.
Bir müddet sonra, tekrâr gözlerini açıp, Hazreti Âişeye “radıyallahü teâlâ anhâ ve an Ebîhâ” altınları dağıtıp dağıtmadığını sordu. Dağıtacağını söyledi. Bunların hemen dağıtılmasını tekrâr tekrâr emir buyurdu. Hemen dağıtılıp, bildirilince, (Şimdi râhat ettim) buyurdu.
Üsâme “radıyallahü teâlâ anh” tekrâr geldi.
(Allahü teâlâ yardımcın olsun! Haydi cenge git!) buyurdu. O da çıkıp ordusuna gitti. Hemen, hareket emrini verdi.
O saatte hastalık arttı. Muhterem ve çok sevdiği kızı FâtımatüzZehrâyı istedi. Kulağına bir şey söyledi. Hazreti Fâtıma ağladı. Tekrâr bir şey söyledi. O zamân güldü. Sonra anlaşıldı ki, önce (Ben öleceğim) buyurmuş. O da ağlamış. Sonra (Ehli beytimden, ilk önce, benim yanıma gelecek sensin!) buyurmuş. O da, bu müjdeye sevinip gülmüş. O gün öğleden önce, Cebrâîl aleyhisselâm ve Azrâîl aleyhisselâm, birlikte kapıya geldi. Cebrâîl aleyhisselâm içeri girdi. Azrâîl aleyhisselâmın kapıya geldiğini, içeri girmeğe izin beklediğini söyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” izin verdi. Azrâîl aleyhisselâm içeri girdi. Selâm verdi. Allahü teâlâ’nın emrini bildirdi. Resûli ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâmın yüzüne baktı. “O da, yâ Resûlallah! Melei a’lâ sizi bekliyor” dedi. Bunun üzerine, Fahri âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Azrâîl! Gel, vazîfeni yap!) buyurdu. O da, Muhammed aleyhisselâmın mübârek rûhunu alıp, a’lâyı ılliyyîne ulaştırdı.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselam Menkıbeleri
Bütün bu mucizeler o kadar çoktur ki, saymak mümkün olmamıştır. İkinci kısımdaki mucizelerin üç bin kadar olduğu bildirilmiştir. Bunlardan meşhûr olan seksen altı adetini aşağıda bildireceğiz.
1–Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinin en büyüğü Kur’ânı kerîm’dir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur’ânı kerîm’in nazmında ve manâsında âciz ve hayrân kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’câzı ve belâgatı insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veyâ bir kelime eklense, lafzındaki ve manâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şâirlerinin şiirlerine benzemiyor. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veyâ dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalplerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslâm düşmanları, Kur’ânı kerîmi dinlemekle, kalpleri yumuşamış, îmâna gelmişlerdir. İslâm düşmanlarından ve mu’attala, melâhide ve karâmita denilen Müslümân ismini taşıyan zındıklardan Kur’ânı kerîmi değiştirmeğe, bozmağa ve benzerini söylemeğe çalışanlar olmuş ise de hiçbiri, arzûlarına kavuşamamıştır. Tevrât ve İncîl ise, insanlar tarafından her zamân değiştirilmiş ve yine değiştirilmektedir. Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara fâideli ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’ânı kerîm’de açıkça veyâ kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbâbı anlayabilmektedir. Semâvî kitâpların hepsinde, Tevrât da, Zebûr’da ve İncîl’de bulunan ilimlerin ve esrârın hepsi Kur’ânı kerîm’de bildirilmiştir.
Kur’ânı kerîm’de mevcut ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirmiştir.
Alî ve Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhümâ” bu ilimlerden çoğunu bildiklerini haber vermişlerdir. Kur’ânı kerîmi okumak çok büyük bir nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti Habîbinin ümmetine ihsân etmiştir. Melekler bu nimetten mahrûmdurlar. Bunun için, Kur’ânı kerîm okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsîrler, Kur’ânı kerîm’deki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur’ânı kerîm okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini anlayacaklardır.
2–Muhammed aleyhisselâmın meşhûr mucizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayı ikiye ayırmasıdır. Bu mucize, başka hiçbir Peygambere nasip olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşında iken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin elebaşları yanına gelip, (peygamber isen ayı ikiye ayır) dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmelerini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihir yaptı dediler. Îmân etmediler.
Şiir:
Köpek, aya bakınca havlar,
Ayın bunda ne kusûru var,
Köpekler, her zamân havlar.
Beyt:
Ağız tadının kaçması, hastalığı bildirir
En lezzetli şerbetler hastaya acı gelir.
3–Muhammed aleyhisselâm, bazı gazâlarında, susuz kalındığı zamân, mübârek elini bir kaptaki suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devâmlı taşmıştır. Bazen seksen, bazen üç yüz, bazen bin beş yüz, Tebük Gazâsında ise, yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları, bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübârek elini sudan çıkarınca akması durmuştur.
4–Bir gün amcası Abbâs’ın evine gidip, onu ve evladını yanına oturtup, üzerlerini ihrâmı ile örterek, (Yâ Rabbî! Bu benim amcam ve babamın kardeşidir. Bunlar da benim ehli beytimdir. Şu örtümle onları örttüğüm gibi, Sen de Cehennem ateşinden kendilerini ört, koru!) buyurdu. Duvarlardan üç kere âmîn sesi işitildi.
5–Bir gün, kendisinden mucize isteyenlere karşı, uzaktaki bir ağacı çağırdı. Ağaç, köklerini sürüyerek gelip selâm verip, (Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûluh) dedi. Sonra, gidip yerine dikildi.
6–Hayber gazâsında, önüne zehirlenmiş koyun kebâbı koyduklarında, (Yâ Resûlallah! Beni yeme, ben zehirliyim) sesi işitildi.
7–Bir gün, elinde put bulunan kimseye, (Put bana söylerse, îmân eder misin?) dedi. Adam, ben buna elli senedir ibâdet ediyorum. Bana hiçbir şey söylemedi.
Sana nasıl söyler? dedi. Muhammed aleyhisselâm, (Ey put ben kimim?) deyince, (Sen Allah’ın Peygamberisin) sesi işitildi. Putun sahibi, hemen îmâna geldi.
8–Medîne’de, mesciti nebevîde dikili bir hurma kütüğü vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Buna Hannâne denirdi. Minber yapılınca, Hannânenin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâat işittiler. Minberden inip, Hannâneye sarıldı. Sesi kesildi. (Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı) buyurdu. Böyle mucizeler çok görülmüş ve haber verilmiştir.
9–Eline aldığı çakıl taşlarının ve tuttuğu yemek parçalarının arı sesi gibi, Allahü teâlâ’yı tespih ettikleri çok görülmüştür.
10–Bir kâfir gelip, Senin Peygamber olduğunu ben nereden bileyim? dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Şu hurma ağacındaki salkımı çağırsam, o da gelse îmân eder misin?) buyurdu. Kâfir, evet îmân ederim dedi. Resûlullah hurma salkımını çağırdı, sıçrayarak geldi. Resûlullah, (Yerine git!) buyurdu. Ağaçtaki yerine çıkıp asıldı. Bunu gören kâfir îmân etti.
11–Mekke’de birkaç kurt bir sürüden koyun kapıp götürdüler. Çoban hücûm edip, kurtardığında, kurtlardan birisi,
Allahü teâlâ’nın gönderdiği rızkımızı elimizden alırken, Allahü teâlâ’dan korkmadın mı? dedi. Çoban, (Çok şaşırdım, kurt konuşur mu?) deyince, kurt, (Bundan dahâ şaşılacak şeyi haber vereyim mi? Medîne’de Allahü teâlâ’nın Peygamberi olan Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mucizeler gösteriyor) dedi. Çoban gelip bunu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” anlattı ve Müslümân oldu.
12–Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir çayırda giderken, üç kere, yâ Resûlallah sesini işitti. O tarafa bakıp, bağlı bir geyik gördü. Yanında bir adam uyuyordu. Geyiğe ne istediğini sordu. O da, (Bu avcı beni avladı. Karşı ki tepede iki yavrum var. Beni salıver! Gidip, onları emzirip geleyim) dedi. Resûl aleyhisselâm, (Sözünü tutar mısın, gelir misin?) dedi. (Allahü teâlâ için söz veriyorum, gelmezsem Allahü teâlâ’nın azâbı benim üzerime olsun) dedi.
Resûlullah, geyiği bıraktı. Biraz sonra geldi. Resûlullah onu bağladı. Adam uyanıp, (Yâ Resûlallah, bir emrin mi var) dedi. (Bu geyiği âzât et!) buyurdu. Adam geyiğin ipini çözüp bıraktı. Geyik sevincinden iki ayağını yere vurup,
(Eşhedü en lâilâhe illallah ve enneke Resûlullah) dedi ve gitti.
13–Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” bir koyun pişirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı ile yediler.
(Kemiklerini kırmayınız!) buyurdu. Kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup duâ etti. Allahü teâlâ koyunu diriltti.
14–Bir gün, bir köylüyü îmâna davet etti. Müslümân bir komşumun vefât etmiş kızını diriltirsen, îmân ederim dedi. Mezârına gittiler. İsmini söyleyerek kızı çağırdı. Kabir içinden ses işitildi ve dışarı çıktı. (Dünyâya gelmek ister misin?) buyurdu. (Yâ Resûlallah! Dünyâya gelmek istemem. Burada babamın evindekinden dahâ râhatım. Müslümân’ın âhreti, dünyâsından dahâ iyi) dedi. Köylü bunu görünce, hemen îmâna geldi.
15–Resûlullaha, büyüdüğü hâlde hiç konuşmayan bir çocuk getirdiler. (Ben kimim?) diye sordu. Sen Resûlullah’sın diye cevab verdi. Ölünceye kadar konuştu.
16–Bir kimse, yılan yumurtasına basarak iki gözü görmez oldu. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” getirdiler. Mübârek tükürüğünden gözlerine sürmekle görmeğe başladı. Hattâ seksen yaşında olduğu hâlde, iğneye iplik geçirirdi.
17–Muhammed bin Hâtib diyor ki, küçük idim. Üstüme kaynar su döküldü. Vücûdum yandı. Babam Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” götürdü. Mübârek elleri ile, tükürüğünü yanan yerlere sürdü ve duâ buyurdu. Hemen yanıklar iyi oldu.
18–Bir kadın, bir kel oğlunu getirdi. Resûlullah, mübârek elleri ile başını sıvadı. Şifâ buldu. Saçları uzamağa başladı.
19–Tirmüzî ve Nesâî’nin (Sünen) kitâplarında diyor ki, iki gözü amâ bir kimse gelip, yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Allahü teâlâ’ya duâ et, gözlerim açılsın dedi. (Kusûrsuz bir abdest al! Sonra Yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselâm! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hâtırın için kabûl etmesini istiyorum. Yâ Rabbî! Bu yüce Peygamberi bana şefâatcı eyle!
Onun hürmetine duâmı kabûl et!) duâsını okumasını söyledi. Adam, abdest alıp duâ etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duâyı Müslümânlar, her zamân okumuşlar ve maksatlarına kavuşmuşlardır. [(Se’âdeti Ebediyye) kitabı 450.ci sahîfeye bakınız!]
20–Ebû Tâlib ile bir çölde gidiyordu. Ebû Tâlib, çok susadığını söyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hayvandan yere inip, (Susadın mı?) buyurdu ve mübârek ayaklarının ökçesini yere vurdu. Su fışkırdı. (Amcam, bu sudan iç!) buyurdu.
21–Hudeybiye gazâsında suyu az kuyunun yanına kondular. Asker susuzluktan şikâyet ettiler. Bir kova su istedi, içinden abdest alıp ve tükürüp, bunu kuyuya döktürdü. Bir ok alıp, kuyuya attı. Kuyunun ağzına kadar su ile dolduğunu gördüler.
22–Bir gazâda, asker susuzluktan şikâyet etti. Resûl aleyhisselâm, iki askeri su aramağa gönderdi. İki kırba dolusu su ile deve üstünde bir kadını gördüler, getirdiler. Resûl aleyhisselâm, kadından bir miktar su istedi. Bir kap içine döktürdü. Bütün asker gelip, sıra ile kaplarını, tulumlarını doldurdular. Kadına bir miktar hurma verip su tulumlarını da doldurdular. (Senin suyundan eksiltmedik. Bize suyu Allahü teâlâ verdi) buyurdu.
23–Medîne’de, minberde hutbe okurken, bir kimse, yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helâk oluyor. İmdâdımıza yetiş dedi. Ellerini kaldırıp, duâ eyledi.
Gökte hiç bulut yokken, mübârek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Birkaç gün devâm etti.
Yine minberde okurken, o kimse, yâ Resûlallah! Yağmurdan helâk olacağız deyince, Resûl aleyhisselâm, tebessüm etti ve (Yâ Rabbî! Rahmetini başka kullarına da ihsân eyle!) buyurdu. Bulutlar açılıp, güneş göründü.
24–Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, çok borcum vardı. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdim. Bahçeme gelip, hurma yığınının etrâfında üç kere dolaştı. (Alacaklılarını çağır, gelsinler!) buyurdu. Her birine hakları verildi. Yığından bir şey eksilmedi.
25–Bir kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabûl edip, boş kabı geri gönderdi. Kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek, yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Hediyemi niçin kabûl etmediniz? Acaba günâhım nedir? dedi. (Senin hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir) dedi. Kadın çocukları ile aylarca yediler. Hiç eksilmedi. Bir gün yanılarak balı başka bir kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler. Bunu, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiler. (Gönderdiğim kapta kalsaydı, dünyâ durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi) buyurdu.
26–Ebû Hüreyre diyor ki, Resûlullaha birkaç hurma getirdim. Bunlara bereket verilmesi için duâ etmesini söyledim. Bereketli olmaları için duâ buyurdu ve, (Bunları al, kabına koy. Ondan almak istediğin zamân elinle içinden al, boşaltıp da, yerden alma!) buyurdu. Hurmaların bulunduğu çantamı gece gündüz yanımdan ayırmayıp, Osmân “radıyallahü anh” zamânına kadar hep yedim.
Yanımdakilere de yedirdim ve avuç doluları sadaka verdim. Osmân “radıyallahü anh”ın şehit olduğu gün çantam zâyi’ oldu.
27–Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Süleymân “aleyhisselâm” gibi bütün hayvanların dilinden anlardı. Gelerek sahibinden veyâ başkalarından şikâyet eden hayvanlar çok görüldü. Resûlullah bunu Eshâbı kirâma haber verirdi. Huneyn gazâsında, binmiş olduğu (DÜLDÜL) ismindeki ak katıra (Yere çök) dedi. Düldül, hemen çökünce, yerden bir avuç kum alıp, kâfirlerin üzerine saçtı.
28–Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gaybdan haber verdiği çok görüldü. Bu mucizesi üç kısımdır:
Birinci kısmı, kendi zamânından evvel olan ve kendisine sorulan şeylerdir ki, bunlara verdiği cevablar, çok kâfirlerin, katı kalpli düşmânlarının îmâna gelmelerine sebep olmuştur.
İkinci kısmı, kendi zamânında olmuş ve olacak şeyleri haber vermesidir.
Üçüncü kısmı, kendisinden sonra kıyâmete kadar dünyâda ve ahrette olacak şeyleri bildirmesidir. Burada ikinci ve üçüncü kısımlardan birkaçı aşağıda bildirilecektir.
[İslâm’a davetin başlangıcında, müşriklerin eziyetlerinden, sıkıntılarından dolayı, Eshâbı kirâmın bir kısmı Habeşistân’a hicret etmişlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkei mükereme’de kalan Eshâbı kirâmla berâber, üç sene her türlü görüşme, alışveriş yapma, Müslümânlardan başka bir kimse ile konuşmama gibi, bütün içtimâî muâmelelerden men’ olundular. Kureyş müşrikleri, bu karâr ve ittifâklarını bildiren bir ahdnâme yazarak, Kâ’bei muazzamaya asmışlardı. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ (Arza) denilen bir çeşit kurdu [ağaç kurdu] o vesîkaya musallat etti. Yazılı bulunan (Bİsmikellahümme = Allahü teâlâ’nın İsmi ile) ibâresinden başka, ne yazılı ise, hepsini o kurtçuk yedi, bitirdi. Allahü teâlâ bu hâli Cibrîli emîn vâsıtası ile Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdi. Peygamberimiz de “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hâli amcası Ebû Tâlibe anlattı. Ertesi gün, Ebû Tâlib müşriklerin ileri gelenlerine gelerek, Muhammed’in Rabbi ona şöyle haber vermiş.
Eğer söylediği doğru ise, bu hâli kaldırıp, eskiden olduğu gibi dolaşmalarına, başkaları ile görüşmelerine mâni’ olmayınız. Eğer söylediği doğru değilse, ben de Onu artık himâye etmeyeceğim, dedi. Kureyşin ileri gelenleri, bu teklîfi kabûl ettiler. Herkes toplanarak Kâ’beye geldiler. Ahdnâmeyi Kâ’beden indirerek açtılar ve Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi, (Bİsmikellahümme) ibâresinden başka, bütün yazıların yenilmiş olduğunu gördüler.]
Acem pâdişâhı Hüsrevden Medîne’ye elçiler geldi. Bir gün, bunları çağırıp, (Bu gece, Kisrânızı kendi oğlu öldürdü) buyurdu. Bir müddet sonra, oğlunun babasını öldürdüğü haberi geldi. [Îrân şâhlarına Kisrâ denir.]
29–Bir gün, zevcesi Hafsaya “radıyallahü anhâ”, (Ebû Bekr ile baban, ümmetimin idâresini ellerine alacaklardır) buyurdu. Bu sözle Ebû Bekrin ve Hafsanın babası olan Ömerin “radıyallahü anhüm” halîfe olacaklarını müjdeledi.
30–Ebû Hüreyreyi “radıyallahü teâlâ anh” Medîne’de, zekât olarak gelmiş olan hurmaların muhâfazasına memur etmişti. Bir kimseyi hurma çalarken yakaladı. Seni Resûlullaha götüreceğim dedi.
Hırsız, fakîrim, çoluğum çocuğum çoktur diyerek yalvarınca, bıraktı, Ertesi gün, Resûlullah Ebû Hüreyreyi çağırıp, (Dün gece bıraktığın adam ne yapmıştı?) dedi. Ebû Hüreyre anlatınca, (Seni aldatmış. Yine gelecektir) buyurdu. Ertesi gece yine geldi ve yakalandı. Tekrâr yalvarıp, Allah aşkına bırak dedi ve kurtuldu. Üçüncü gece, tekrâr gelip yakalanınca, yalvarmaları fâide vermedi. Beni bırakırsan, birkaç şey öğretirim, sana çok fâidesi olur, dedi. Ebû Hüreyre kabûl etti.
Gece yatarken, (Âyetel kürsî)yi okursan Allahü teâlâ seni korur, yanına şeytân yaklaşmaz dedi ve gitti. Ertesi gün, Resûlullah, Ebû Hüreyre’ye tekrâr sorup cevab alınca, (Şimdi doğru söylemiş. Hâlbuki kendisi çok yalancıdır. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?) dedi. Hayır bilmiyorum deyince, (O kimse şeytân idi) buyurdu.
31–Rum İmparatorunun orduları ile harp için (Mûte) denilen yere asker gönderdikte, sahâbeden üç emîrin arka arkaya şehit olduklarını, kendisi, Medîne’de minber üzerinde iken, Allahü teâlâ’nın göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi.
32–Mu’az bin Cebeli “radıyallahü teâlâ anh” vâlî olarak Yemene gönderirken, Medîne’nin dışına kadar uğurlayıp ona çok nasihatler verdi. (Seninle kıyâmete kadar artık buluşamayız) dedi. Mu’az Yemende iken Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’de vefât etti.
33–Vefât ederken, kızı Fâtımaya, (Akrabâm arasında bana evvelâ kavuşan sen olacaksın) dedi. Altı ay sonra Fâtıma “radıyallahü anhâ” vefât etti. Akrabâsından ondan evvel kimse vefât etmedi.
34–Kays bin Şemmasa “radıyallahü anh”, (Güzel olarak yaşarsın ve şehit olarak ölürsün) buyurdu. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken Yemâmede MüseylemetülKezzâb ile yapılan muhârebede şehit oldu.
ÖmerülFârûkun ve Osmânın ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” şehit olacaklarını dahî haber verdi.
35–Acem pâdişâhı Kisrânın ve Rum pâdişâhı Kayserin memleketlerinin Müslümânların eline geçeceğini ve hazînelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi.
36–Ümmetinden çok kimsenin denizden gazâya gideceklerini ve sahâbeden olan Ümmü Hirâmın “radıyallahü teâlâ anhâ” o gazâda bulunacağını haber verdi. Osmân “radıyalllahü teâlâ anh” halîfe iken Müslümânlar, gemiler ile Kıbrıs adasına gidip harp ettiler. Bu hanım da berâber idi. Orada şehit oldu.
37–Resûl aleyhisselâm bir gün yüksek bir yerde oturuyordu. Yanındakilere dönerek, (Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz? Yemîn ederim ki, evlerinizin arasında, sokaklarda meydâna gelecek fitneleri görüyorum) buyurdu. Osmânın “radıyallahü anh” şehit edildiği günlerde ve sonra Yezîd zamânında, Medîne’de büyük fitneler meydâna geldi. Sokaklarda çok kimselerin kanı döküldü.
38–Bir gün kendi zevcelerinden birinin halîfeye karşı isyân edeceğini haber verdi. Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” bu söze gülünce, (Yâ Hümeyrâ! Bu sözümü unutma! Bu kadın sen olmayasın) buyurdu. Sonra, Alîye “radıyallahü anh” dönüp, (Bunun işi senin eline düşerse, kendisine yumuşak davran!) dedi. Otuz sene sonra, Âişe “radıyallahü anhâ”, Alî “radıyallahü anh” ile harp etti ve ona esîr düştü. Alî “radıyallahü anh”, Onu ikrâm ve ihtirâm ile Basradan Medîne’ye gönderdi.
39–Mu’âviyeye “radıyallahü anh”, (Bir gün ümmetimin üzerine hâkim olursan iyilik yapanlara mükâfât et! Kötülük edenleri de afv eyle!) buyurdu. Mu’âviye “radıyallahü anh”, Osmân “radıyallahü anh” zamânında Şâm’da yermi sene vâlîlik, sonra yirmi sene de halîfelik yaptı.
40–Bir gün, (Mu’âviye hiç mağlup olmaz) buyurdu. Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Sıffîn muhârebesinde, bu hadîsi işitince, eğer önceden işitseydim, Mu’âviye ile “radıyallahü teâlâ anh” harp etmezdim, dedi.
41–Ammar bin Yâsere “radıyallahü teâlâ anh”, (Seni bâgî, âsî olan kimseler öldürecektir) buyurdu. Alî “radıyallahü anh” ile birlikte, Mu’âviye’ye “radıyallahü anh” karşı harp ederken şehit oldu.
42–Kızı Fâtımanın oğlu Hasen “radıyallahü teâlâ anhümâ” için, (Bu oğlum çok hayırlıdır. Allahü teâlâ, Müslümânlardan iki büyük ordunun sulh etmesine bunu sebep yapacaktır) buyurdu. Büyük bir ordu ile Mu’âviyeye “radıyallahü anh” karşı harp edeceği zamân, fitneyi önlemek, Müslümânların kanının dökülmemesi için hakkı olan halîfeliği Mu’âviyeye “radıyallahü anh” teslîm etti.
43–Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hacâmat edilirken çıkan kanını içti. Bunu görünce, (İnsanlardan senin başına neler gelecek biliyor musun? Senden de insanlara çok şey gelecek. Cehennem ateşi seni yakmaz) buyurdu. Abdüllah bin Zübeyr Mekke’de halîfeliğini ilân edince, Abdülmelik bin Mervan, Şâmdan Haccâcı büyük bir ordu ile Mekke’ye gönderdi. Abdüllahı yakalayıp öldürdüler.
44–Abdüllah ibni Abbâsın annesine “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bakıp, (Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zamân bana getir!) dedi. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, mübârek tükürüğünden ağzına sürdü. İsmini Abdüllah koyup annesinin kucağına verdi. (Halîfelerin babasını al, götür!) dedi. Abbâs “radıyallahü anh”, bunu işitip, gelip sorunca, (Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır. Onlar arasında seffâh, Mehdî ve Îsâ aleyhisselâmla namâz kılan bir kimse bulunacaktır) dedi. Abbâsıyye devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdüllah bin Abbâsın soyundan oldu.
45–Bir gün, (Ümmetim arasında, râfızî denilen çok kimseler meydâna gelecektir. Bunlar, İslâm dîninden ayrılacaklardır) buyurdu.
46–Eshâbından çok kimseye hayr duâlar etmiş, hepsi kabûl olunarak fâidelerini görmüşlerdir.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni Yemene kâdî [Hâkîm] olarak göndermek istedi. Yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Ben kâdîlik yapmasını bilmiyorum dedim. Mübârek elini göğsüme koyup, (Yâ Rabbî! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasip eyle!) buyurdu. Bundan sonra bana gelen şikâyetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hüküm ederdim.
47–Resûlullahın Cennete gideceklerini müjdelediği on kimseye (Aşerei mübeşşere) denir.
Bunlardan Sa’d bin ebî Vakkâsa “radıyallahü anh” Uhud gazâsında, (Yâ Rabbî! Bunun oklarını hedeflerine ulaştır ve duâlarını kabûl eyle!) dedi. Bundan sonra Sa’dın her duâsı kabûl oldu ve her attığı ok düşmâna isâbet etti.
48–Amcasının oğlu Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” alnına mübârek ellerini koyup, (Yâ Rabbî! Bunu dinde derin âlim yap, hikmet sahibi eyle! Kur’ânı kerîmin bilgilerini kendisine ihsân eyle!) buyurdu. Bundan sonra, bütün ilimlerde ve bilhâssa tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde zamânının bir tânesi oldu. Sahâbe ve tâbi’în Her şeyi bundan öğrenirlerdi. (TercümânülKur’ân), (Bahrülilim) ve (ReîsülMüfessirîn) isimleriyle meşhûr oldu. İslâm memleketleri bunun talebeleri ile doldu.
49–Hizmetçilerinden Enes bin Mâlike “radıyallahü teâlâ anh”, (Yâ Rabbî! Bunun malını ve çocuklarını çok eyle. Ömrünü uzun eyle, Günâhlarını avf eyle!) duâsını yaptı. Zamân geçtikçe, malları, mülkleri çoğaldı. Ağaçları, bağları her sene meyve verdi. Yüzden ziyâde çocuğu oldu. Yüz on sene yaşadı.
Ömrünün sonunda, yâ Rabbî! Habîbinin benim için yaptığı duâlardan üçünü kabûl ettin, ihsân ettin! Dördüncüsü olan günâhların afv edilmesi acabâ nasıl olacak deyince, (Dördüncüsünü de kabûl ettim. Hâtırını hoş tut!) sesini işitti.
50–Mâlik bin Rebî’aya “radıyallahü teâlâ anh” (Evladın bereketli olsun!) diyerek duâ buyurdu. Seksen oğlu oldu.
51–Nâbiga İsmindeki meşhûr şâir şiirlerinden birkaçını okuyunca, Araplar arasında meşhûr olan (Allahü teâlâ dişlerini dökmesin) duâsını söyledi. Nâbiga yüz yaşına gelmişti. Dişleri ak ve berrak, inci gibi dizilmiş dururdu.
52–Urve bin Cu’d “radıyallahü teâlâ anh” için, (Yâ Rabbî! Bunun ticâretine bereket ver!) buyurdu. Urve diyor ki, bundan sonra yaptığım ticâretlerin hepsi kârlı oldu. Hiç zarar etmedim.
53–Kendi kızı Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”, bir gün yanına geldi. Açlıktan benzi sararmıştı. Elini onun göğsüne koyup, (Ey açları doyuran Rabbim! Muhammedin kızı Fâtımayı aç bırakma!) buyurdu. Fâtımanın hemen yüzü kanlandı, canlandı. Ölünceye kadar hiç açlık duymadı.
54–Aşerei mübeşşereden Abdürrahmân bin Avfa bereket ile duâ etti. Malı o kadar çoğaldı ki, dillerde destân oldu.
55–(Her Peygamberin duâsı kabûl olur. Her Peygamber, ümmeti için dünyâda duâ etti. Ben ise, kıyâmet günü ümmetime şefâat izni verilmesi için duâ ediyorum. İnşâllah duâm kabûl olacak. Müşrik olmayanların hepsine şefâat edeceğim) buyurdu.
56–Mekke’de bazı köylere gidip îmân etmeleri için çok uğraştı. Kabûl etmediler. Yûsüf Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” zamânında Mısrda görülen kıtlık gibi sıkıntı çekmeleri için duâ etti. O sene oralarda öyle kıtlık oldu ki, leş yediler.
57–Amcası Ebû Lehebin oğlu Uteybe, Resûlullah’ın “aleyhissalâtü vesselâm” dâmâdı olduğu hâlde, Resûlullaha îmân etmedi ve O serveri “sallallahü aleyhi ve sellem” çok üzdü. Mübârek kızı Ümmü Gülsüm hâtunu boşadı. Çirkin şeyler söyledi.
Buna çok üzülüp, (Yâ Rabbî! Buna köpeklerinden birini musallat eyle!) buyurdu. Uteybe, Şâma ticâret için giderken bir gece arkadaşlarının arasında yatıyordu. Bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybeye gelince, kaptı parçaladı.
58–Bir kimse, sol eliyle yemek yiyordu. (Sağ el ile yi!) buyurdu. Sağ kolum hareket etmiyor diyerek yalan söyledi. (Sağ elin artık hareket etmesin!) buyurdu. Ölünceye kadar sağ elini ağzına götüremez oldu.
59–Acem pâdişâhı Hüsrev Pervîze îmân etmesi için mektup gönderdi. Alçak Hüsrev, mektûbu parçaladı ve getiren elçiyi şehit eyledi. Resûl aleyhisselâm bunu işitince, çok üzüldü ve (Yâ Rabbî! Benim mektûbumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala!) buyurdu. Resûlullah hayâtda iken Hüsrevi oğlu Şireveyh hançerle parçaladı. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, acem memleketinin tamâmını Müslümânlar feth edip, Hüsrevin nesli de, mülkü de kalmadı.
60–Resûl aleyhisselâm, çarşıda emiri ma’rûf ve nehyi münker ederken, nasîhat verirken, Mervanın babası olan Hakem bin Âs ismindeki alçak, Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” arkasından gelerek, gözlerini açıp kapar ve yüzünü buruşturur, böylece alay ederdi.
Resûl aleyhisselâm, arkaya dönüp, onun bu çirkin hâlini görünce, (Kendini gösterdiğin şekilde kal!) buyurdu. Ölünceye kadar, yüzü gözü oynak kaldı.
61–Allahü teâlâ, Habîbini belâlardan korurdu. Ebû Cehl, Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” en büyük düşmanı idi. Büyük bir taşı mübârek başına vurmak için kaldırdıkta, Resûlullah’ın iki omuzunda birer yılan görerek taş elinden düştü ve kaçtı.
62–Kâ’bei muazzama yanında namâz kılarken, yine alçak Ebû Cehl, tam zamânıdır diyerek, bıçakla üzerine yürümek isterken, hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları, niçin korktun dediklerinde, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile aramızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı. Bunu Müslümânlar işitip, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sorduklarında, (Allahü teâlânın melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı) buyurdu.
63–Hicretin üçüncü senesinde, Resûl aleyhisselâm (Katfân) gazvesinde, bir ağaç dibinde yalnız yatarken, Da’sûr İsminde bir pehlivân kâfir, elinde kılıçla gelip, seni benden kim kurtarır dedi. Resûlullah, (Allah kurtarır) dedikte, Cebrâîl ismindeki melek, insan şeklinde görünüp, kâfirin göğsüne vurdu. Yıkılıp kılıç elinden düştü. Resûl aleyhisselâm, kılıcı eline alıp, (Seni benden kim kurtarır?) dedi. Beni kurtaracak, senden dahâ hayırlı kimse yoktur diye yalvardı. Afv buyurup, serbest bıraktı. Îmâna gelip, çok kimselerin de îmâna gelmesine sebep oldu.
64–Hicretin dördüncü senesinde, (Benî Nadîr)de, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Yahûdîlerin kal’a duvârları altında Eshâbı ile konuşurken, bir Yahûdî büyük bir değirmen taşını yukarıdan atmak istedi. Taşa elini uzatınca, iki eli çolak oldu.
65–Hicretin dokuzuncu senesinde uzaklardan akın akın gelip îmân ediyorlardı. Âmir ile Erbed isminde iki kâfir, gelenler arasına katılıp, Âmir Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” îmâna geldiklerini söylerken, Erbed arkaya geçip kılıncını kınından çıkarmak istedi. Eli tutmaz oldu.
Âmir, karşıdan, ne duruyorsun diye işâret edince, Resûl aleyhisselâm, (Allahü teâlâ, ikinizin zararından beni korudu) buyurdu. Oradan ayrıldıklarında, Âmir Erbede, niçin sözünde durmadın dedi. O da, ne yapayım ki, kaç kere kılıcı çekmek istedim.
Hep seni ikimizin arasında gördüm, dedi. Birkaç gün sonra hava açıkken ansızın bulutlar kapladı. Erbede yıldırım düşerek devesi ile birlikte öldü.
66–Resûl aleyhisselâm, bir gün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine elini uzatırken, bir kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş mesti yere bıraktı. Bugünden sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.
67–Resûl aleyhisselâm gazâlarda ve çöllerde, kendini muhâfaza için Eshâbından bekçiler ayırmıştı. Mâide sûresindeki, (Allah seni insanların zararından korur) meâlindeki 67. ci âyeti kerîme gelince, bundan vazgeçti. Düşmânlar arasında yalnız dolaşır, yalnız yatar, hiç korkmazdı.
68–Enes bin Mâlikde “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir mendili vardı. Bununla mübârek yüzünü silmişti. Enes, bununla yüzünü siler, kirlendiği zamân, ateşe bırakırdı. Kirler yanıp, mendil yanmaz, tertemiz olurdu.
69–Bir kuyunun suyunu kova içinden içip kalanını kuyuya döktüler. Kuyudan her zamân misk kokusu çıkardı.
70–Utbe bin Firkadin “radıyallahü anh” bedeninde kurdeşen [Urtiker] denilen hastalık çıktı. Resûl aleyhisselâm, onu soyup ve kendi mübârek ellerine tükürüp, elleriyle gövdesini sıvadı. Hasta şifâ buldu. Bedeni, misk gibi kokardı. Bu hâl uzun zamân devâm etti.
71–Selmânı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh”, hak din aramak için, Îrân’dan çıkıp çeşitli memleketleri dolaşmağa başladı.
Benî Kelb kabîlesinden bir kervân ile Arabistân’a gelirken Vâdi’ul kurâ denilen mevkı’de hâinlik edip bir Yahûdî’ye köle diye sattılar. Bu da, akrabâsı, Medîneli bir Yahûdî’ye köle olarak sattı. Hicrette Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Medîne’ye teşrîflerini işitince, çok sevindi. Çünkü, kendisi Nasrânî âlimi idi. En son rehberi büyük bir âlimin tavsiyesi ile, âhir zamân Peygamberine îmân etmek için Arabistân’a gelmişti. O âlim, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vasıflarını öğretmiş, Onun hediye kabûl edip, sadaka kabûl etmediğini, iki omuzu arasında mührü nübüvvet olduğunu ve pek çok mucizeleri olduğunu Selmâna “radıyallahü anh” bildirmişti.
Selmânı Fârisî, Resûlullaha sadakadır diyerek hurma getirdi. Resûlullah onlardan hiç yemedi. Hediyedir diye bir tabakta yirmi beş kadar hurma getirdi. Resûlullah ondan yedi. Bütün Eshâbı kirâm da yediler. Yenilen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullah’ın bu mucizesini de gördü. Ertesi gün bir cenâze defninde mührü nübüvveti görmek arzû etti.
Resûlullah, bunu anlayıp mübârek gömleğini sıyırarak mühri nübüvveti gösterdi. Selmân “radıyallahü anh” hemen îmâna geldi. Birkaç sene sonra 300 hurma ağacı ile bin altı yüz dirhem altın ödemek şartı ile âzât edilmesine söz kesildi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunu işitti. Mübârek elleri ile iki yüz doksan dokuz hurma ağacı dikti.
Ağaçlar o sene meyve vermeğe başladı. Birini Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dikmişti. Bu ağaç meyve vermedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunu çıkarıp mübârek elleri ile tekrâr dikti. Bu da hemen meyve verdi. Bir gazâda, ganîmet alınan, yumurta kadar altını Selmâna “radıyallahü teâlâ anh” verdiler. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelip, “Bu gâyet azdır. Bin altı yüz gram çekmez” dedi.
Mübârek ellerine alıp tekrâr Selmâna verdi. “Bunu sahibine götür” dedi. Yarısı ile efendisine olan borcunu ödedi. Yarısı da, Selmâna kaldı “radıyallahü anh”.
72–Resûl aleyhisselâm, namâz kılarken şeytân gelip namâzını bozmak istedikte, mübârek elleri ile yakaladı. Bir dahâ gelip namâzı bozdurmayacağına dâir ondan söz alıp serbest bıraktı.
73–Medîne’deki münâfıkların reîsi olan Abdüllah bin Übey bin Selûl, öleceğine yakın Resûlullahı çağırdı. Arkanızdaki gömleği bana kefen yapınız diye yalvardı. Her istenileni vermek âdeti olduğu için, gömleğini ihsân eyledi. Cenâze namâzını dahî kıldı. Medîne’de bulunan bin münâfık, Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu ihsânına hayrân kalıp, hepsi îmâna geldiler.
74–Kureyş kâfirlerinden Velîd bin Mugîre, Âs bin Vâil, Hâris bin Kays, Esved bin Yagûs ve Esved bin Muttalib, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” cefâ ve eziyet etmekte başkalarından aşırı gidiyorlardı.
Cebrâîl aleyhisselâm gelip, (Seninle alay edenlere cezâlarını veririz...) meâlindeki Hicr sûresinin 95. ci âyetini getirip, Velîdin ayağına, ikincisinin ökçesine, üçüncüsünün burnuna, dördüncüsünün başına, beşincisinin gözlerine işâret etti. Velîdin ayağına bir ok battı. Çok kibirli olduğundan, eğilerek oku çıkarıp atmak, kendine ağır geldi. Demiri topuk damarına batıp, siyatik hastalığına yakalandı. Âs’ın ökçesine diken battı. Tulum gibi şişti. Hârisin burnundan devâmlı kan geldi. Esved bir ağaç altında neşeli otururken, kafasını ağaca vurup, diğer Esved de, âmâ olup, hepsi helâk oldular.
75–Devs kabîlesinin reîsi Tufeyl, hicretden önce, Mekke’de îmâna gelmişti. Kavmini îmâna davet için Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir alâmet istedi. (Yâ Rabbî! Buna bir âyet ihsân eyle) buyurdu. Tufeyl, kabîlesine gidince, iki kaşı arasında bir nûr parladı. Tufeyl, yâ Rabbî! Bu alâmeti yüzümden giderip başka yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden bazısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezâlandırıldığımı zan ederler dedi.
Duâsı kabûl olup, nûr yüzünden gitti. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabîlesindekiler zamânla îmâna geldiler.
76–Medîne’de Benî Neccâr kabîlesinden hüsnü cemâl sahibi bir kadın vardı. Bir cinnî buna âşık olup, dâimâ gelirdi. Resûl aleyhisselâm Medîne’ye geldikten sonra, bir gün bu cinnî, kadının evinin önündeki duvarda otururken, kadın onu tanıdı. Niçin bana gelmez oldun dedi. Cin, Allahü teâlâ’nın Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zinâyı ve bütün harâmları yasak etti, dedi.
77–(Bi’ri Ma’ûne) denilen muhârebede kâfirler verdikleri sözü bozarak yetmiş Sahâbeden bir, ikisi hâriç hepsini şehit ettiler.
Bunlar arasında Ebû Bekrin “radıyallahü anh” kölesi iken âzât ettiği ve ilk îmân edenlerden Âmir bin Füheyreyi “radıyallahü teâlâ anh” süngülediklerinde kâfirlerin gözü önünde, melekler onu göğe kaldırdılar. Bunu Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiklerinde, (Onu Cennet melekleri defin ettiler ve rûhu Cennete çıkarıldı) buyurdu.
78–Sahâbeden Hubeyb bin Adiyi “radıyallahü anh”, kâfirler yakalayıp Mekke’ye götürdüler. İdâm ettiler. Kâfirler görsün de sevinsinler diyerek sehpadan indirmediler. Kırk gün sehpada kaldı. Bedeni çürüyüp, kokmadı. Hep taze kan aktı. Resûlullah, bunu haber alarak, onun cesedini getirmek üzere, Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esvedi “radıyallahü anhümâ” gönderip gece ağaçdan aldılar. Medîne’ye getirirken, arkalarından yetmiş atlı yetiştiler. Bu iki Müslümân, kendilerini korumak için Hubeybi yere bıraktılar. Yer yarılıp Hubeyb gayb oldu. Kâfirler bu hâli görüp, döndüler, gittiler.
79–Sa’d bin Muâz “radıyallahü teâlâ anh”, Uhud gazâsında yaralandı. Bir zamân sonra vefât etti. Namâzında yetmiş bin meleğin bulunduğunu Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdi. Kabri kazılırken, her tarafa misk kokusu yayıldı.
80–Hicretin yedinci senesinde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Habeş pâdişâhı Necâşîye ve Rum imparatoru Herakliyusa ve Acem pâdişâhı Husreve ve Bizansın Mısrdaki vâlîsi Mukavkase ve Şâmdaki vâlîsi Hârise ve Umman Sultânı Semâmeye mektuplar göndererek, hepsini îmâna davet etti. Mektupları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabâh, o dilleri söylemeğe başladılar.
81–Sahâbenin büyüklerinden Zeyd bin Hârise “radıyallahü teâlâ anh” uzak bir yere gidiyordu.
Kirâ ile tuttuğu katırcısı, tenhâ bir yerde bunu öldürmek istedi. İzin isteyip iki rek’at namâz kıldı. Sonra üç kere (Yâ Erhamerrâhimîn) dedi. Her birini söylerken (onu öldürme) sesi geldi. Dışarıda adam var sanarak, katırcı dışarı çıkıp içeri girdi. Üçüncüsünde, elinde kılıç bulunan bir süvâri içeri girip katırcıyı öldürdü. Sonra Zeyde dönerek, sen Yâ Erhamerrâhimîn duâsına başlarken, ben yedinci gökte idim. İkincisini söylerken birinci göğe yetiştim. Üçüncüsünde yanınıza geldim, dedi. Bunun, melek olduğunu anladı.
82–Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zevcelerinden Ümmü Selemenin “radıyallahü teâlâ anhâ” âzât ettiği Sefîne ismindeki sahâbî, Resûlullah’ın hizmetinden hiç ayrılmazdı. Rumlara karşı yapılan gazâda askerden ayrılıp kâfirlere esîr düştü.
Kaçıp gelirken karşısına korkunç bir aslan çıktı. Ben Resûlullah’ın hizmetçisiyim deyip başından geçenleri aslana anlattı. Aslan, buna yüzünü gözünü sürüp, yanında yürüdü. Düşmândan bir zarar gelmesin diye yanından ayrılmadı. İslâm askeri görülünce, dönüp gitti.
83–Cehcâhi Gaffârî İsminde birisi halîfe Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” isyân etti. Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” her zamân elinde taşıdığı âsâyı dizi ile kırdı. Bir sene sonra, dizinde Şir pençe [Anthrax] hastalığı hâsıl olarak ölümüne sebep oldu.
84–Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” Şâmdan hacca gelip, Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Medîne’deki minberi şerîfini bereketlenmek için Şâma götürmek istedi. Minberi yerinden oynattıklarında, güneş tutuldu. Her taraf kararıp, yıldızlar göründü. Bu arzûsundan vaz geçti.
85–Uhud gazâsında Ebû Katâdenin “radıyallahü teâlâ anh” bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” getirdiler. Mübârek eli ile gözünü yerine koyup, (Yâ Rabbî! Gözünü güzel eyle!) dedi. Bu gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan dahâ kuvvetli görürdü. Ebû Katâde’nin torunlarından biri halîfe Ömer bin Abdülazîzin yanına gelmişti. Sen kimsin? dedi.
Bir beyt okuyarak, Resûlullah’ın mübârek eli ile gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halîfe bu beyitleri işitince, kendisine ziyâde ikrâmda ve ihsânda bulundu.
86–Iyâs bin Seleme diyor ki, Hayber gazâsında, Resûlullah beni gönderip Alîyi istedi “radıyallahü anhümâ”. Alînin gözleri ağrıyordu. Elinden tutup, güçlükle getirdim. Mübârek parmaklarına tükürüp, Alînin gözlerine sürdü. Sancağı eline verip, Hayber kapısında dövüşmeğe gönderdi. Çok zamândır açılamayan kapıyı Alî “radıyallahü anh” yerinden sökerek, Eshâbı kirâm kal’aya girdiler.