Türkistânda yetişen büyük velîlerdendir. İsmi, Muhammed bin Burhâneddîn’dir. Annesi Ya’kûbi Çerhî hazretlerinin kızıdır. Zâhid ve Kâdî lakaplarıyla ve Semerkandî denilmekle de bilinir. Semerkandlı olup, doğum târîhi bilinmemektedir. 936 [m. 1530] senesinde Semerkanda bağlı Hisarın Vahş köyünde vefât etti. Kabri oradadır. Silsilei aliyye denilen büyük âlimlerin on dokuzuncu ferdi kâmilidir.
Asîl ve ilim ehli bir âileye mensup olan Muhammed Zâhid, küçük yaşdan itibâren ilim öğrendi. Lüzûmlu dînî bilgileri öğrendikten sonra, Tasavvufa yöneldi. Nefsini ıslah edebilmek için, çok gayretler sarf etti. Riyâzet çekerek ve mücâhede yaparak, Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuşmaya çalıştı. 1478 veyâ 1480 senesinde büyük velî Ubeydullahi Ahrâr hazretlerine talebe oldu.
Ubeydullahi Ahrâr hazretlerine talebe olması şöyle oldu: Memleketi olan Semerkandda ilim tahsîl ettikten sonra, dahâ fazla ilim öğrenmek için Şeyh Nimetullah adında bir ilim talebesiyle, Semerkanddan Hirata gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zamân, havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. Onlar buradayken, köye Ubeydullahi Ahrâr hazretleri teşrîf ettiler. Bir ikindi vakti Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin ziyâretine gittiler. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri ona; “Sen nerelisin?” diye sorunca, Muhammed Zâhid; “Semerkandlıyım” dedi. Dahâ sonra Ubeydullahi Ahrâr hazretleri sohbete başladı. Gönülleri çeken sohbeti sırasında, Muhammed Zâhid’in kalbinden ve hâtırından geçenleri bir bir saydı. Hirata gitmek üzere yola çıkışının sebebini söyledi. Bunun üzerine Muhammed Zâhid’in kalbinde, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerine karşı sevgi ve bağlılık hisleri kuvvetlendi. Kalbi ona tutuldu. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri ona; “Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada dahâ kolaydır,” buyurdu. Fakat Muhammed Zâhid’in Hirata gitme arzûsu devâm ediyordu. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri onun kalbinden geçen bu düşünceyi de keşif edip, yanına doğru yaklaştı ve; “Hirata gitmekten maksadınız nedir? İlim öğrenmek de mi, yoksa Tasavvuf derecelerinde yükselmek mi istiyorsunuz?” buyurdu. Muhammed Zâhid, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin heybetinden dehşete kapıldı ve sustu. Yanındaki yol arkadaşı; “Onun asıl maksadı Hirata gidip, Tasavvuf yoluna girmektir. İlim öğrenmeye gidiyorum demesi bu maksadını gizlemek içindir,” diye cevab verdi. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri tebessüm etti: “Eğer böyle ise çok iyi ve güzeldir,” buyurdu. Sonra alıp bahçesine götürdü. İnsanların gözünden kayboluncaya kadar birlikte yürüdüler. Sonra durup, Muhammed Zâhid’in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldığı zamân, Ubeydullahi Ahrâr hazretleri; herhâlde sen benim yazımı okuyabilirsin, buyurdu. Cebinden bir kağıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve Muhammed Zâhide verdi. Bu kağıtta şöyle yazılıydı: (Bunu iyi muhâfaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itâat, huşû ve Allahü teâlâ’nın azameti karşısında insanın âcizliği yazılıdır.
Bu se’âdet Allahü teâlâ’nın muhabbetiyle ve onun resûlü Seyyidülevvelîn velâhirîne tâbi’ olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan fâideli ilim öğren. Tâ ki Resûlullah efendimize tâbi’ olmak sûretiyle marifeti ilâhiyyeye kavuşasın. Kötü din adamlarından uzak dur. Çünkü onlar, dîni dünyâ malı toplamak ve makâma, mevkı’ye kavuşmak için âlet ederler. Halâl harâm ayırmadan bulduğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan câhil ve sapık tarîkatçılardan uzak dur. Yine Ehli sünnet itikâdına uymayan sapık kimselerden de uzak ol.)
Mektûbu verdikten sonra Fâtihai şerîfe okudu. Muhammed Zâhide Hirata gitmek üzere izin verdi. Mevlâ’nâ Sa’düddîn Kaşgârîye vermesi için bir de mektup verdi. Mektûbda Muhammed Zâhide yardımcı olunması ve korunması yazılıydı. Bu hareketleri gören Muhammed Zâhidin kalbini Ubeydullahi Ahrâr hazretlerine karşı muhabbet ve bağlılık kapladı. Fakat bir dürlü Hirata gitme azminden de vazgeçemedi. Mektûbu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı. Bu sebeple Muhammed Zâhid yol almaktan âciz kaldı. Buhârâya 6 fersah kadar mesâfe kaldığı sırada, Muhammed Zâhid şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de humma hastalığına tutuldu. O zamân eğer yola devâm ederse, helâk olacağını anladı. Gitmekten vazgeçti. Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin huzûruna dönüp, sohbet ve hizmetinde bulunmaya karâr verdi. Geri döndü. Taşkende vardığı zamân kitâpları ile binek hayvanını bir arkadaşına emânet bıraktı. Bu sırada Taşkent de bulunan bir şeyhin talebelerinden biriyle karşılaştı. Ona; “Gel berâberce senin hocanı ziyârete gidelim,” dedi. O kimse Muhammed Zâhide; “Binek hayvanın ve kitâpların nerede?” diye sorunca; “Bir arkadaşıma emânet bıraktım,” dedi. O kimse; “Git onları getir. Benim eve bırak. Sonra berâberce ziyârete gideriz,” dedi. Muhammed Zâhid hayvanını ve kitâplarını almak için giderken, birisi ona gelip; “Hayvanın ve eşyâların kayboldu,” dedi. Muhammed Zâhid hayret edip düşünceli olarak giderken; “Herhâlde ziyâretine gitmediğim için Ubeydullahi Ahrâr hazretleri bana kırıldı. Bu sebeple bineğim ve eşyâlarım kayboldu,” diye kalbinden geçirdi. Bineğini ve eşyâlarını aramaktan vazgeçip, her şeyden önce Ubeydullahi Ahrâr hazretlerini ziyâret etmeye karâr verdi. Tam bu sırada birisi gelip; “Binek hayvanın ve eşyâların bulundu,” dedi. Binek hayvanını ve eşyâlarını emânet bıraktığı kimse gelip; “Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda onu bir yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım. Fakat bulamadım. Üzgün üzgün geri dönüyordum. Bir de ne göreyim, hayvan sokak ortasında insanlar arasında üzerindeki eşyâ ile berâber duruyor. Hayret ettim. O kadar kalabalık arasında ona kimse dokunmamıştı.” Muhammed Zâhid binek hayvanını ve eşyâlarını alıp, Semerkanda Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin huzûruna gitti. Huzûra varınca, Muhammed Zâhide bakıp tebessüm etti ve; “Hoş geldin,” buyurdu. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devâm edip, yanından ayrılmadı.
Muhammed Zâhid “kuddise sirruh”, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin hizmetine girip, on iki sene müddetle onun kalplere şifâ olan sohbetlerinde bulunup, Tasavvufta yüksek derecelere yükseldi. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri onu tam olarak yetiştirdi. Çünkü o, Ya’kûbı Çerhî hazretlerinin torunu idi. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri, hocası Ya’kûbı Çerhî’nin torununa, dahâ çok itinâ ve iltifât gösterip, yetiştirdi.
İnsanlara İslâmiyyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda hilâfet verdi. İlimdeki yüksek derecesi sebebiyle Kâdî, dünyâdan yüz çevirmesi sebebiyle Zâhid lakaplarıyla anılan Kâdî Muhammed Zâhid hazretleri, asrındaki âlimlerin en büyüklerinden ve Evliyânın yükseklerindendi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde mütehassıs ve ilâhî sırlara vakıftı. Evliyâ zâtların hayâtlarını, sözlerini, güzel hâl ve kerâmetlerini (Silsiletü’lÂrifîn) adlı eserinde topladı. Hocasının gönüllere şifâ olan sohbetlerinden dinlediklerini (Mesmûâtı Mevlâ’nâ Kâdî Muhammed Zâhid) adlı eserinde topladı. Fârisî olan bu eser, 155 varak olup, İstanbul Süleymâniye Kütüphanesinde Es’ad efendi kısmında vardır. İstanbul’da, (Hakîkat Kitâpevi) tarafından bastırılmıştır.
Bu eserinden bazı bölümler şöyledir:
İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluğun asılı ve özü ise, her hâl ve vaziyette Allahü teâlâ’yı unutmamak, gâfil olmamak, tadarru [yalvarma] ve hudû [korku] içinde bulunmaktır.
İbâdet ile ubûdiyet [kulluk] arasındaki fark; ibâdet dînin emir ettiği vazîfeleri yapmak; ubûdiyet ise, kalbin gafletten uzak ve dâimâ Rabbini tazîm eder hâlde olmasıdır.
Temkin makâmına kavuşmak için, zarûretsiz söz söylememek lâzımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi öldürür. Temkin makâmı, huzûr ve âgâhî [gafletten uzak] olmaktan ibârettir ki, bu hâl, gözdeki görmek, kulaktaki işitmek vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü teâlâ’nın her ân gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hâle gelen kimsenin konuşması gerekir. Bu hâle kavuştuktan sonra, insanları irşat için konuşmaması gaflettir. Gaflet ise kalbin ölmesi demektir. Kalbin gafletten uzak olması, huzûr ve âgâhî olmasıyladır. Bu nispetin sahibi çok çalışmalı, ihtimâm göstermeli ve bu nispet zamânını iyi muhâfaza etmelidir.
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri buyurdu ki: Emri marûfu ve nehyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netîce alınsın. Bunu yaparken insanların anlayacağı şekilde yapmak lâzımdır.
Hadîsi şerifte;
(İnsanlara akılları derecesinde konuş) buyuruldu. Bir defasında Moğol Hanlarından biri Ubeydullahi Ahrâr’ın huzûruna gelmişti. Müslümân olmayan bu Hân, domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek harâmdır dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; “Domuz eti yemek birçok haysiyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan sadece domuz dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek; insanda gayret ve hamiyeti yok eder, dedi ve gayretin üstünlüğünü anlattı. O Hân bunu çok makûl bulup, kendisi yemekten vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini yasakladı.
Gençlik zamânı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamânı ve nefesleri se’âdet vesîlesi yapmayana yazıklar olsun. Se’âdet arayan kimse, Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. Hilim [yumuşaklık], kerem, cömertlik, tevâzu’, îsâr ve diğer ahlâkı hamîde olan şeylerle ahlâklanmalıdır. Husûsen kalpte Allahdan başka hiçbir şeye bağlılık kalmamasına [mâsivânın terkine] çok çalışmak lâzımdır. Büyükler; “Kalbi mâsivâdan korumak lâzımdır” buyurdular. Bunun için de “Kalp bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi gösterir. Kalpten mâsivâ silinip atıldığı zamân, kalpte Allah sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz,” buyurmuşlardır.
Nefsinin isteklerinden, hevâsından uzak dur. Başkasının Yani nefsinin emri altına girme ki, Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuşasın.
Akllı kimse, bir işi bir haftada veyâ bir ayda bitiren, dünyâya ait fâideleri kısa zamânda elde eden kimse değildir. Akıllı o kimse ki, bütün çalışmasını ve gayretini, dînin emirlerine uymaya sarf eden, işlerini ahrette fâide verecek şekilde yapandır. Bundan dahâ akıllı kimse ise, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlâ’dan başka her şeyden yüz çeviren, onları kalbinden çıkarandır. Böyle yapan kimse Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuşur.
Himmet, bütün düşünceyi bir iş üzerinde toplamaktır. Büyükler buyurdular ki: “Bir işin hâsıl olması veyâ bir belânın kalkması için, tamâmen Allahü teâlâ’ya yönelerek istenirse, maksada kavuşulur.” Meselâ hasta olan veyâ hastası olan kimse; “Yâ Şâfî” diyerek Allahü teâlâ’ya yalvarır, himmetini şifâ hâsıl olması için sarf ederse, şifâ bulur. Fakîr düşüp çâresiz kalınca, Allahü teâlâ’nın isimlerinden olan “Ganî” ismini, “Yâ Ganî” diyerek söyleyip yalvarırsa, fakirlikten kurtulur. Allahü teâlâ’nın isimlerini söyleyerek Ona yönelmek kurtuluşa erdirir. Himmetin tesîri çok büyüktür. Eğer bir kimse yükselmek ve hakîkî se’âdete kavuşmak için himmet sarf etse, buna kavuşur. Fakat himmetini dünyâ lezzetleri için sarf ederse, yolunu şaşırır.
Büyükler buyurmuşlardır ki: Kur’ânı kerîme ve himmete karşı durmak mümkün değildir, durulamaz!
Eğer bir kâfir bile düşüncesini, himmetini bir işin hâsıl olması için toplayıp, devâmlı o işin hâsıl olmasını istese, talep ettiği şeye gösterdiği himmet sebebiyle kavuşur. Himmeti, tesîrini gösterir.
Peygamberler aleyhimüsselâm, bütün varlıkları ile Allahü teâlâ’ya yönelerek, himmetlerini sarf edip,savaşlarda düşmanlarını perîşan etmişlerdir. İbrâhîm aleyhisselâmın ateşe atılırken gösterdiği tam himmet üzerine, Allahü teâlâ ateşe; (Ey ateş, İbrâhîme serin ve selâmet ol!) (Enbiya69) buyurdu ve ateş onu yakmadı.
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri kendisinden sonra, vazîfesini yerine getirmekle Kâdî Muhammed Zahid hazretlerini vazîfelendirdi. Vefâtına yakın, talebelerini ve akrabâsını yanlarına çağırıp; “Bizim topluluğumuzdan her fert fakîrlik veyâ zenginlikten birini seçer.” Kâdî Muhammed Zâhide dönüp; “Sen hangisini seçerdin söyle?” buyurdu. Kâdî Muhammed Zahid hazretleri; “Benim seçeceğim, sizin münâsip göreceğinizdir,” dedi.
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri hesaplarını tutan vazîfeliye emir edip; “Mevlâ’nâ Muhammede dört bin altın verin. O fakîrliği seçmiştir. Bu parayı, yanındaki fakîrlerin ve dervîşlerin ihtiyâçları için kullansın,” buyurdu.
Kâdî Muhammed Zâhid, hocası Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin vefâtından sonra, Taşkende giderek insanlara hak yolu anlattı. Taşkent, Özbek Muhammed Şeybek Hân tarafından alınıncaya kadar burada kaldı. 1503 senesinde Buhârâya gitti. Muhammed Şeybek Hânın kardeşi Mahmûd Sultân’dan itibâr gördü. Ona hocalık yaptı. 1510 senesinde, Özbek kuvvetlerinin Eshâbı kirâm düşmanı Safevî hükümdarı Şah İsmâîl tarafından Mervden çıkarılması üzerine, Buhârâdan ayrılarak Andican ve Aksiye gitti. Ferganaya giderek Haydâr Mirzâ Devleyi sık sık ziyâret etti.
Genç yaşda olan Haydâr Mirzâ, Kâdî Muhammed Zahid hazretlerine talebe olup, ondan istifâde etti. Gittiği yerlerde İslâmiyyetin emir ve yasaklarını anlatıp, pek çok talebe yetiştirdi.
Kâdî Muhammed Zâhid sohbetlerinde, hocası Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin buyurduklarını nakil eder ve velîlerin hayâtlarını anlatırdı.
Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: “Dervîşlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervîşlik; gönlü, mâsivâdan, Yani Allahü teâlâ’nın sevgisinden başka şeylerin sevgisinden kurtarmaktır.”
“Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhıret adamlarıyla oturmak, berâber bulunmak, çok tesîrli ve fâidelidir. Önce tesîri anlaşılmasa bile, doğan bir çocuğun her gün yavaş yavaş büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan kurtulur.”
“Bir yerde bulunan (bir yere bağlanan), her yerde bulunur. Her yerde bulunan (her yere bağlanan), hiçbir yerde bulunamaz.”
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anh”;
(Hâlbuki sen (Ey Resûlüm), onların içindeyken Allah onlara azâb verecek değildi. İstiğfâr ettikleri hâlde de Allah onlara azâp edecek değil) olan Enfal sûresinin 33.cü âyeti kerîmesini tefsîr ederken şöyle buyurmuştur: İslâmiyyetin mevcut olması, Resûlullah’ın mevcut olması mesâbesindedir. Nasıl ki Resûlullah hayattayken azâp kaldırılmış, insanlara azâp gelmemişse, İslâmiyyetin bir yerde mevcut olması ve İslâmiyyete uymak sebebiyle de azâp kalkar. İstiğfâr etmek sebebiyle de azâp inmez. İstiğfâr, azâbın gelmesine mâni’ olur. Bir yandan Allahü teâlâ’nın emirlerine uymayıp, bir yandan da, “Estagfirullah, Estagfirullah” demek, istiğfâr değildir. İstiğfârın manâsı; Allahü teâlâ’nın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlâ’nın rahmetine ve mağfiretine yol açacak sebeplere yapışmak lâzımdır. Zulüm ve isyân gibi işleri yapmaktan sakınmalıdır.
Kâdî Muhammed Zâhid hazretlerinin (Silsiletül ârifîn) adlı eserinden bazı bölümler şöyledir:
Evliyânın büyüklerinin hâlleri:
Zünnûni Mısrî hazretleri şöyle buyurmuştur: Tasavvuf yolunda, Cenabı Hak’kın dostlarından, sevgili kullarından bazıları o hâle gelmiştir ki, eğer bir büyük zât onlara Allahü teâlâ’nın muhabbetinden, azamet ve celâli ile alâkalı sözler söylerse, muhabbetleri sebebiyle can verecek hâle gelirler.
Şeyh Abdülvâhid bin Zeyd “kuddise sirruh” buyurdu ki: Bir defasında gazâya gitmeye niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım.
Mecliste bir şahıs, meâli şerîfi
(Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah cennet karşılığında satın aldı) olan Tövbe sûresi 111.ci âyeti kerîmesini okudu. Bunun üzerine on beş yaşlarında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pek çok mal, mîrâs kalmıştı. Âyeti kerîmeyi okuyan zâta dedi ki: “Ey Şeyh! Allahü teâlâ müminlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?” dedi. O zãt da; “Allahü teâlâ’nın kelâmı doğru ve vaadi haktır, dedi. Genç; “Şâhit ol ki ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâ’ya sattım,” dedi.
O zât: “Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki sabır edemezsin ve çâresiz kalırsın,” dedi. Bunun üzerine o genç; “Ey Şeyh! Bir kimse Cenabı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhit ol, ben hakîkaten nefsimi ve malımı Allah için fedâ ettim. Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım,” dedi. Sonra bütün malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihat için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namâz kılardı. Hepimiz onun bu hâline hayrân kalırdık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hâzırlıklarını yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayrân bir vaziyette; “Aynâyı Merdıyyeye müştâkım, ona kavuşmak istiyorum,” der, dururdu. O hâle gelmişti ki, arkadaşlar onun aklının gittiğini zan ediyorlardı. Bir gün onu çağırdım ve; “Bu söylediğin sözün manâsı nedir?” diye sordum. Dedi ki: “Bir gün uyumuştum. Rüyamda gördüm ki, birisi bana; “Aynâyı Merdıyyeye git!” diyordu. Sonra birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde, suyu berrak ve saf akan bir ırmak vardı. Irmağın kenârında hûrîler duruyordu. Hepsi de öyle süslenmişler ve öyle güzel idiler ki, dilim onu anlatmaktan âcizdir. Beni görünce birbirlerine; “Müjde! İşte Aynâyı Merdıyyenin zevci “ dediler. Onlara selâm verdim ve; “Aynâyı Merdıyye sizin aranızda mı?” dedim. “Bizim aramızda değil, biz onun hizmetçileriyiz, dahâ ileri git,” dediler. İlerledim. Bir başka bahçe gördüm. İçinde her dürlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenârında benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûrîler vardı. Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve; “Müjdeler olsun ki bu, Aynâyı Merdıyyenin zevcidir” dediler. Onlara da selâm verdim ve; “Aynâyı Merdıyye sizin aranızda mıdır?” diye, sordum. “Hayır biz onun hizmetçisiyiz,” dediler. İlerledim.
Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrâfında hûrîler vardı. O kadar güzeldiler ki, bunları görünce önceki gördüğüm hûrîleri unuttum. Onlara da selâm verdim. “Sana da selâm olsun ey Allahü teâlâ’nın velî kulu,” dediler. “Aynâyı Merdıyye sizin aranızda mı?” dedim. “Hayır biz onun hizmetçileriyiz, ileri git” dediler. İlerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûrîler vardı. Bu hûrîler güzellikte öncekilerden dahâ üstün idi. Öyle ki, öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve; “Aynâyı Merdıyye sizin aranızda mı?” diye sordum. Hayır bu gördüklerin hepsi onun hizmetçisidir, ileri git,” dediler. İlerledim.
Tek bir inciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Bu hizmetçi öyle güzeldi ki, göz hayrette kalıyordu. Beni görünce; “Ey Aynâyı Merdıyye! İşte sana eş olacak kimse geldi,” dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim. Aynâyı Merdıyye (hûrî) inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana; “Hoş geldin ey Allahın Evliyâ kulu,” dedi. Yaklaştım. Boynuna sarılmak istedim. “Sabır et, sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın gece bizim yanımızda olacaksın,” dedi. Sonra birden bire uyandım. “Ey Şeyh! O güzelliğe kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Hiç Sabrım kalmadı,” dedi. Sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramânlıklar gösterdi. Büyük bir yara alıp yere düşmüştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslîm edip, şehit oldu.”
Abdüllah bin Zeyd “radıyallahü anh” şöyle anlatmıştır: “Bir gemiyle yolculuğa çıkmıştık. Gemi rüzgâra kapılıp bir adaya doğru sürüklendi. Adaya yaklaşınca, yanaşıp indik.
Adada puta tapan bir adam gördüm. “Neden bu puta tapıyorsun? Bu put, ne fâide sağlar, ne de zarar,” dedim. “Siz kime taparsınız?” dedi. “Her şeyi yaratan, her şeye mâlik olan ve her şeye gücü yeten Allahü teâlâ’ya ibâdet ederiz,” dedim. “Bunu size kim bildirdi?” dedi. “Allahü teâlâ bize kerîm bir Peygamber gönderdi. Onun vâsıtasıyla bize bildirdi,” dedim. “O Peygamber nerededir?” dedi. “Bize Allahü teâlâ’nın gönderdiği dîni bildirip tebliğ vazîfesini tamâmladıktan sonra vefât etti. Allaü teâlâya kavuştu,” dedim. “Ondan size hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi. “Evet, O, Allahü teâlâ’dan bir kitâp getirdi. Şimdi o Kitâp (Kur’ânı kerîm) bizim yanımızdadır,” dedim. “Bana gösterin,” dedi. Kur’ânı kerîmi ona gösterdim. “Ben bunu okumasını bilmiyorum,” dedi. Kur’ânı kerîmi açıp ona bir sûre okudum. Ben okurken, o ağladı. Sûreyi okuyup bitirince; “Lâyık olan odur ki, kimse bu kelâmın sahibine âsî olmasın” dedi ve hemen Müslümân oldu. Kur’ânı kerîm’den bir kaç sûreyi okumayı ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrendi. O gece yatsı namâzını kıldıktan sonra yatma zamânı geldi. O yatmayıp sabâha kadar ibâdet etti. Talebelerime dedim ki: “Bu yeni Müslümân oldu. Buna aramızda biraz para toplayıp verelim ki, sıkıntı çekmesin. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; “Bu nedir?” dedi. “Bunu al, kendine nafaka yap ki, sıkıntı çekmeyesin,” dedim. “Lâ ilâhe illallah. Ben dahâ önce bu adada iken puta tapardım. Allahü teâlâ’yı bilmezdim. Fakat O beni zâyi’ etmedi, korudu. Şimdi ise Onu tanıyorum. Beni hiç zâyi’ eder mi?” dedi. Üç gün sonra bir haber aldım ki, o yeni Müslümân olan kimse hastalanıp yatağa düşmüş.
Hemen yanına koştum. “Bir isteğin, bir hâcetin var mıdır?” dedim. “Benim ihtiyâcımı, her ihtiyâcı gideren Allahü teâlâ karşıladı,” dedi. Bundan bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyamda gördüm. Bir bahçe içerisinde duruyor. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuş. Yanına da bir hûrî oturmuş. Meâli şerîfi (... Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: “Sabır ettiğiniz için, size selâm olsun! Âhıret se’âdeti ne güzeldir!) olan Ra’d sûresinin 23 ve 24.cü âyeti kerîmelerini okuyordu.”
Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanların dünyâ ve ahrette se’âdete kavuşmaları için sarf eden Kâdî Muhammed Zâhid hazretleri, birçok talebe yetiştirdi. Dervîş Muhammed hazretleri onun yetiştirdiği âlim ve Velîlerdendir. 936 [m. 1530] senesinde vefât eden Kâdî Muhammed Zâhid hazretleri, Semerkanda bağlı Hisarın Vahş köyünde defin edildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Kâdî Muhammed Zâhid hazretlerinin kız kardeşinin oğlu olan Mevlâ’nâ Dervîş Muhammed hazretleri onun vazîfesini yürüttü ve yolunu devâm ettirdi.