Evliyânın büyüklerinden ve silsilei aliyye denilen âlimlerin yirmi yedinci ferdi kâmilidir. İsmi, Şemseddîn Habîbullahdır. Babası Mirzâ Cân’dır. Onun ismine izâfeten Cânı Cânân denilmiştir. 1111 [m. 1699] veyâ 1113 [m. 1701] senesinde Ramezânı şerîfin on birinde Cuma günü doğdu. 1195 [m. 1781] senesinde şehit edildi. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” neslinden olup, seyyiddir. Ceddi, ileri gelen devlet adamlarından olup, Teymûriyye sultânlarına yakınlıkları vardı. Bütün dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecâat, sahâvet (cömertlik) ve dîne son derece bağlı olmalarıyla tanınmış, beğenilen ve medh edilen bütün üstün vasıflara sâhip idiler. Ayrıca her biri, devlet idâresinde mevki’ ve makâm sahibiydi. Babası Mirzâ Cân, mevki’ ve makâmı terk edip, fakîrliği ve kanâati tercîh etti. Servetini Allah için fakîrlere dağıttı. Kızının nikâhı için ayırdığı yirmi beş bin rubye miktârındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamâmen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlâkı, insânî meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zât idi. Zamânın mürşidi kâmillerinden olan Şâh Abdürrahmân Kâdirî’nin sohbetinde kemâle geldi.
Mazheri Cânı Cânân hazretlerinin, dahâ küçük yaşta iken alnında rüşt ve hidâyet nûru parlıyordu. Zekâ, fehm ve anlayışının parlaklığını gören ferâset erbâbı, onun yüksek bir fıtrata ve yaratılışa sâhip olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve tâliminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok dikkat gösterdi. Dahâ küçük yaşta ilim, marifet öğrenmeye ve çeşitli mahâretler kazanmağa başladı.
Hâcı Muhammed Efdal’den, tefsîr ve hadîs ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hâcı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefât etti. Vefât etmeden önce şöyle vasiyet etti: (Bütün vaktini, kemâlâtı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme.) Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devâm ettim. Bir gece rüyamda Evliyâdan bir zâtı gördüm. Mezârından kalkıp yanıma geldi. Kendi külâhını başıma koydu. Bu rüyadan sonra gönlümde makâm ve mevki’ arzûsu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzûsu iyice fazlalaştı. Bir defasında rüyamda gaypdan bir ses; (Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidâyete kavuşması ve onları hidâyete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!) dedi. Bu rüyayı da görünce Tasavvufa yönelip, bâtın nispetini elde etmek arzûm iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî’nin huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce, marifet sahibi bir zât olduğunu anladım. Sünneti seniyyeye son derece bağlı, dînin emirlerine uymakta hassâs, yüksek ahlâk sahibi bir zât idi. Sohbeti kalbe safâ veriyor, rûhları cezb ediyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzûrunda kavuşuyor, ölmüş kalp onun huzûrunda dirilip, itminâna eriyor. Hak’ka kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabûl etmesini arz edince, istihâresiz talebe kabûl etmediği hâlde, beni derhâl kabûl etti. Feyizleri o kadar bereketli ve tesîrli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikr etmeye başlardı. Ona talebe olup feyizlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum.
Kısa zamânda Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hâllerine gark olmuştum. Ben, muhabbeti ilâhînin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirâhatı, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp, yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murâkabe hâlinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihâyet o hâle geldim ki; (Rabbini görüyormuş gibi ibâdet et) hadîsi şerîfinde istenen vasfa ulaştım. Fenâ ve bekâ hâllerine kavuştum. Büyüklerin tarîf ettiği maksada, sırrı tevhîde yükseldim.
Nûr Muhammed Bedâyûnî, benim hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu’ ile, büyük bir sevgi ve alâka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; “İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri görülmüyor. Eğer taliplerin terbiyesine yönelsen âlem nûrlanır,” buyurdu. Yine bir gün bana; “Sende Allahü teâlâ’ya ve Resûlüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemseddîn Habîbullah İsmi verildi,” buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havâle etti. Hocamın sohbetine devâm ederken, havâle ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resûlullah efendimizin zamânında bulunup görmekle şereflenmedik ama, Allahü teâlâ’ya binlerce şükürler olsun ki, Resûlullah’ın naiplerinden olan [Onun yolunu anlatan] hocam seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî’nin sohbetinde bulunmakla şereflendim. Hayâtın meyvesi, asıl maksat ele geçti. Büyüklerin çok iltifâtına kavuştum.
Hocam seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnînin sohbetine dört sene devâm ettim. Sonra bana icâzet verdi. Bana, Ehli sünnet itikâdı üzere olmamı, sünneti seniyyeye uymamı ve bidatlerden sakınmamı vasiyet etti.
Hocası seyyid Nûr Muhammedin vefâtından sonra, altı sene Şeyh Gülşenî ve on iki sene Muhammed Efdal ve Hâfız Sa’dullah’ın, sekiz sene Muhammed Âbidi Senâmî’nin sohbetlerine devâm ederek, Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kâdiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet, diploma aldı. Zâhirî ve Bâtınî ilimleri öğrendikten sonra, insanları irşâda ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, âmirler, velîler ve halk devâm edip, ondan feyiz aldılar. Mîr Müslüman, Senâullah Pânipütî, Gulâm Kâkî, seyyid Alîmullah, seyyid Abdüllah Dehlevî gibi büyük âlimler ve velîler yetiştirdi.
Mazheri Cânı Cânân hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile bağlı idi. Bilhâssa İmâmı Rabbânî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuştursun! Fakat Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuşmak için en kuvvetli vâsıtadır,” buyurdu.
Mazheri Cânı Cânân hazretleri, şehit olarak vefât etti. Vefâtından birkaç gün önce, bu fâni dünyâdan gitme zamânının geldiğini ve Allahü teâlâ’ya kavuşacağını anladığı için, bambaşka bir aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibâdet ve tâ’atlerini dahâ da arttırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murâkabeleri büyük bir huzûr hâli içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzûrunda toplananlar yüz kişiden ziyâde olur, bereketlere ve feyizlere kavuşurlardı. Vefâtının yaklaştığı günlerde, talebelerinden Molla Nesîm, memleketine gidip dönmek üzere izin istediğinde, bu talebesine; “Artık seninle bir dahâ görüşeceğimiz mâlûm değildir!” buyurdu. Bu sözleriyle vefât edeceğine işâret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp, gözyaşlarını tutamadılar. Yine vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzâka yazdığı bir mektupta; “Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayr duâda bulun!” diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işâret etmiştir.
Yine vefâtının yaklaştığı günlerde, kavuştuğu nimetleri dile getirerek ve şükür ederek şöyle buyurdu: “Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nimete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâmı hakîkî ile şereflendirdi ve çok ilim ihsân etti. Sâlih amel üzere istikâmet verdi. Büyüklerin Tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip, keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân etti.
Beni dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâ’ya yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşitlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücûdum za’îf düştü. Cihat edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, tâkatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü teâlâ’ya kavuşmaya sebeptir. Ölüm, Resûlullah efendimizi ziyâret etmeye, Evliyâya kavuşmaya, onların mübârek yüzlerini görerek mesrûr olmaya sebeptir. Ölüm; Resûlullah efendimiz, Halîlürrahmân İbrâhîm “aleyhisselâm”, Emîrülmüminîn Hazreti Ebû Bekri Sıddîk, İmâmı Hasen, Cüneydi Bağdâdî, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî ve Müceddîdi elfi sânî İmâmı Rabbânî hazretleri ile görüşmeye, onlara kavuşmaya vesîledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsî bir muhabbet vardır. Onlar Zâhirî ve Bâtınî şahâdete kavuştular, en yüksek mertebelere ulaştılar.”
Mazheri Cânı Cânân hazretleri, ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda, huzûruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1195 [m. 1781] senesinin Muharrem ayının yedisinde, Çarşamba gecesi kapısının önünde pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrârla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyet izin alıp, içeri girdiler. Bunlar mecûsî inançlı Moğol idiler. Huzûruna girince, “Mazheri Cânı Cânân sen misin?” dediler. Mazheri Cânı Cânân hazretleri de; “Evet benim,” buyurdu. Meğer bunlar Mazheri Cânı Cânân hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücûm edip, hançerle vurdu. Hançer darbesi kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.
Durumdan haberdâr olan Nevvâb Necef Hân, sabâh erkenden frenk bir tabip gönderdi. Tabîbe; “Çabuk gidip, bu mübârek zâtı tedâvî et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın,” dedi. Frenk tabip gidip, Mazheri Cânı Cânân hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasten, Nevvâb Necef Hâna; “İyileşip kurtulur, başka tabip göndermeye lüzûm yok,” dedi. Mazheri Cânı Cânân hazretleri bu yaralı hâliyle üç gün dahâ yaşadı. Yaralarından devâmlı kan aktı. Üçüncü gün, Cuma günü idi. Öğle vakti ellerini açıp, Fâtihai şerîfi okudu. İkindi vaktinde; “Günün bitmesine kaç sâat vardır?” buyurdu. Dört sâat vardır dediler. O gün hem Cuma, hem de Aşûre günü idi. Akşâm olunca üç defa derin nefes aldı ve şehit olarak vefât etti. Vefâtında ebced hesâbında târîh olarak meâlen:
(Allaha ve Peygambere itâat edenler, işte bunlar Allahın kendilerine nimet verdiği, Peygamberlerle, sıddîklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle berâberdirler. Bunlar ise ne güzel birer arkadaş!) buyurulan Nisâ sûresi 69. âyeti kerîmesinden bir kısmı söylendi.
Yine Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”;
(Medhe şâyân olarak yaşadı ve şehit olarak öldü) buyurduğu hadîsi şerîfinin bir kısmı ile ebcet hesâbına göre vefât târîhi söylendi.
Mazheri Cânı Cânân hazretlerinin şehit olarak vefât etmesinden sonra, sevenleri, onun büyük bir kayıp olduğunu ifâde eden rüyalar görmüşlerdir.
Mazheri Cânı Cânân hazretlerinin kendi eshâbına, talebelerine nasîhatleri şöyledir:
Her kim ki dünyâya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve Tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve hâlis niyetle ve bâtınî nispetini muhâfaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur.
Takvânın ve vera’ın, harâmlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resûlullah efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbeat, Yani tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabûl etmektir. Kendi hâlinizi, Kitâp ve sünnette [Ehli sünnet âlimlerince] bildirilen husûslar ile karşılaştırınız. Eğer hâliniz, Kitâp ve sünnette [Ehli sünnet âlimlerince] bildirilen husûslara Yani dînin emirlerine uygun ise makbûldür. Uygun değilse merdûddur, reddedilecektir. Ehli sünnet velcemâ’at itikâdı üzere olmak lâzımdır.
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 410.cu sahîfesinde buyuruluyor ki: Mazheri Cânı Cânân “kuddise sirruh”, on dördüncü mektûbunda diyor ki, (Allahü teâlâ, insanları yarattığı zamân, Birmîhâ [veyâ Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile, Hindistân’a da, Bîd ve Vidâ isminde bir kitâp gönderdi. Dört cüz’ idi. Âlimleri bu kitaptan altı mezhep çıkardılar. İnsanları dörde ayırdılar. Her sınıfına cûk dediler. Hepsi Allah’ın bir olduğuna, insanları Onun yarattığına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve Tasavvufa inanırlar. Uzun zamân sonra, başka Peygamberler gönderirdi. Bunlar hakkında, kitâplarımızda, hiçbir bilgi yoktur. Sonradan bozuldular. Peygamberlerin ve Evliyânın rûhlarını ve melekleri hâtırlatmak için heykeller yaptılar. Şefâatlerine, yardımlarına kavuşmak için, bu heykellere secde ettiler [ise de, (müşrik) değildirler. Ehli kitâp, Yani kitâplı kâfirdirler.] Arabistân’daki putperestler [ve Hıristiyanlar], böyle değildir. Bunlar, putlarının hâlık, yaratıcı olduklarına inanıyor. Her şeyi yalnız putlardan istiyorlar. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlar. [Bunun için, (müşrik) oluyorlar.] Berehmenler ise, hürmet, şefâat etmeleri için yalvarıyorlar. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan önceki Berehmenlerin bozulmuş olanları için de, kâfir diyemeyiz. Fakat şimdi, dünyânın her yerindeki, her insanın Muhammed aleyhisselâma îmân etmesi, Yani Müslümân olması lâzımdır. Şimdi Müslümân olmayana kâfirdir deriz.)
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 466.cı sahîfesinde buyuruluyor ki: Mazheri Cânı Cânân “kuddise sirruh” buyuruyor ki: Yavrum! Hadîsi şerîflere nasıl uyulur? Bunu bildirmek için, Muhammed Hayât “rahmetullahi aleyh” bir kitâp yazmıştır. Bu kitapta diyor ki: Hüseyin bin Yahyâ Buhârî Zendevistî, (Ravdatülulemâ) kitabında buyuruyor ki, İmâmı a’zam, talebesine (Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîsi şerîfini ve Eshâbı kirâm’ın sözünü görünce, benim içtihâdımı bırakınız, onlara uyunuz!) buyurdu.
Bir kere de (Sahîh hadîsler benim mezhebimdir) buyurdu. Hadîs ilminde âlim, mütehassıs olan, nâsih ve mensûh hadîsleri ayırabilen, kuvvetli ve za’îf hadîsleri anlayabilen bir kimse, sahîh hadîslere uyarsa, Hanefî mezhebinden çıkmaz. Mezhep reîsinin sözünü yapmış olur. Hattâ, böyle bir âlim, sahîh hadîslere uymazsa, İmâmı a’zamın sözünü dinlememiş olur. Herkes bilir ki, hadîsi şerîflerin hepsini birlikte bilen, işiten, hiçbir âlim yoktur. Nitekim, İmâmı a’zam (Hadîsi şerîfi görünce, benim sözümü bırakınız!) buyurdu. Hattâ, bu ümmetin en âlimleri olan ve ömürlerini,Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetinde geçirmiş olan Eshâbı kirâm’dan “aleyhimürrıdvân” hiçbiri de, bütün hadîsi şerîfleri işitmiş değildi.
Hadîsi şerîfe uymak, her mümine vaciptir. Mezhep imâmlarından, belirli birine uymak vâcip değildir. Her Müslümân, [dört mezhepten] dilediği mezhebe uymakta serbesttir. Ehli sünnet âlimlerinin, mezhep imâmlarımızın bildirdiği hadîsi şerîflere ve bunlardan anladıkları manâlara uymamız lâzımdır. (Fetâvâyı Hindiyye), beşinci cilt, 377. ci sahîfede diyor ki, (Fıkh öğrenmeyip, hadîs öğrenen, dinde iflâs eder [Yani dîni gider]. İlmi, emîn olan, Sâlih kimselerden öğrenmelidir).
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 696.cı sahîfesinde buyuruluyor ki: Mazheri Cânı Cânân “kuddise sirruh”, on üçüncü mektûbunda diyor ki, cebr ve ihtiyâr üzerinde âlimlerimiz çok şey yazdılar ise de, insanın zihnine yine şüpheler gelmektedir. Çünkü akıl, din bilgilerinden bazılarını anlayamıyor. Eğer anlasaydı, insanların işlerinin fâideli ve iyi olması için, Peygamberlere vahiy gönderilmesine lüzûm ve ihtiyâç olmazdı. İnsanda tam ihtiyâr vardır demek, Yani insan her dilediğini yapar demek ve insanın elinde bir şey yoktur, kazâ ve kaderde olanı yapmağa mecbûrdur demek, kitaba ve sünnete inanmamak olur. Çünkü, insanların amellerini de, cesetlerini de, Yani maddelerini de, işlerini, hareketlerini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Böyle olunca, tam ihtiyâr vardır denilebilir mi? Cebr ile, zorla yaptırılan iş için hesâba çekmek de zulüm olur. Allahü teâlâ zulüm yapmaz. O hâlde, insan mecbûrdur demek, nasıl doğru olabilir? İnsanların işlerinin bir titreme gibi cebren yapılmadığı meydândadır. İlim, irâde ve kudretimiz ile yapılmaktadırlar. İnsanın ihtiyârı [istekli hareketi], her üçünden hâsıl olmaktadır. Fakat, insanda bu üçünün hâsıl olması, insanın ihtiyârı ile değildir. Allahü teâlâ dilediği zamân, bunları insana gönderir. Cebr de, bu kadardır. İnsanda tam ihtiyâr ve tam cebr olmadığı için, insanın hareketleri, bu ikisinin arasında hâsıl olmaktadır. İşlerin böyle yapılmasına (Kesb) denir. İnsanın kesb ettiği işlerinde bu kadarcık ihtiyârın bulunması, Allahü teâlâ’nın teklîflerine [emir ve yasaklarına] sebep olmuştur. İhtiyârımız za’îf, az olduğu için de, teklîfler hafîf olmuş, Allahü teâlâ’nın müminlere olan rahmet sıfatı, onların âsîlerine olan gadap sıfatını aşmıştır. Diğer sıfatlarından hiçbiri, ötekilerini aşmış değildir. Allahü teâlâ’nın fî’lleri de, ilmi, irâdesi ve kudreti ile olduğu için, bu bakımdan kulların işlerine benzemektedir. Böyle işlerden dolayı, kullarını hesâba çekmesi adâlete uymuyor denilemez.
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 721.ci sahîfesinde buyuruluyor ki: Zâhir bilgilerinde derin âlim ve bâtın marifetlerinde ârif ve kâmil olan Mazheri Cânı Cânân “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Simâ’ Yani kasîde, ilâhî, mevlit dinlemek, hasta olmayan kalbe rikkat verir, yumuşatır. Yumuşak kalpli Müslümân’a Allahü teâlâ merhamet eder. Allahü teâlâ’nın merhametine sebep olan şey niçin harâm olsun? Çalgıların, harâm olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir.
Yalnız, düğünlerde def [davul] çalmak mubâh ve ney çalmak mekrûh denildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, yolda giderken ney sesi işitti. Mübârek kulaklarını kapadı. Yanında olan, Abdüllah bin Ömerin de kapamasını emir buyurmadı. Demek ki, işitmemek takvâdır, azîmettir. Simâ’ için, âlimler arasında ihtilâf vardır. Câiz diyenler de, değil diyenler de oldu. [Fakat, çalgı çalmanın harâm olduğu, icmâ’ ile, sözbirliği ile bildirildi.] İhtilâf edilmiş olan bir şeyi yapmamak dahâ iyidir.
Takvâ ehli, bunun için, yüksek sesle zikr etmemiş, sessiz zikri âdet edinmişlerdir.) Mazheri Cânı Cânânın bu sözleri, (Makâmâtı Mazheriyye)de yazılıdır.
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 903.cü sahîfesinde diyor ki: Mazheri Cânı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Makâmâti Mazheriyye)deki on birinci mektûbunda buyuruyor ki, (Üç türlü zikr vardır:
1–Kalp karışmadan, yalnız dil ile söylemektir. Bunun fâidesi yoktur.
2–Ağızla söylemeyip, yalnız kalp ile yapılan zikirdir. Zikrin nasıl yapılacağı (Mektûbâtı Ma’sûmiyye) c.2, sh.113 de yazılıdır. Buna, Tasavvufta (Zikri hafî) denir. Bu da, yalnız Zâtı ilâhiyeyi zikirdir. Yahut, sıfatlarını düşünerek yapılır. Nimetleri de düşünülürse, buna (Tefekkür) denir.
3–Kalp ile ve dil ile birlikte zikrdir. Dil ile kendi işitecek kadar söylenirse, şerîat de (Zikri hafî) denir. Âyeti kerîmede emir olunan, bu zikri hafîdir. Başkası da işitirse (Zikri cehrî) denir. Âyeti kerîmeler ve hadîsi şerîfler, zikri hafînin zikri cehrîden efdâl olduğunu gösteriyor. Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hazreti Alîye öğrettiği zikri cehrî, kendi işitecek kadar olan zikrdir ki, hakikatte, zikri hafî demektir. Zikirden önce kapıyı kapattırması da, böyle olduğunu gösteriyor).
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 1134.cü sahîfesinde buyuruluyor ki: (Makâmâtı Mazheriyye)de, Mazheri Cânı Cânân “kuddise sirruh” buyuruyor ki, Evliyânın mezârlarını ziyâret edip, cem’iyyet için feyiz dilemelidir. Meşâyıhı kirâmın rûhlarına fâtiha ve salavat sevabı göndererek, onları Allahü teâlâ’ya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir ve bâtın se’âdetlerine ancak onların güzel ahlâkına sarılmak ile kavuşulur. Başlangıçta olan sâliklerin, kalpleri tasfiye bulmadan, temizlenmeden önce, Evliyânın kabirlerinden feyiz almaları güçtür. Bunun için Behâeddîni Buhârî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, (İslâmın güzel ahlâkına mâlik bir kimse ile olmak, Evliyânın kabirleri ile olmaktan dahâ iyidir) buyurdu.
(Eshâbı kirâm) kitabının 66.cı sahîfesinde diyor ki: (Makâmatı Mazheriyye) kitabını Abdüllahı Dehlevî yazmış olup, içerisinde üstâdı Mazheri Cânı Cânâna ait 24 mektup bulunmaktadır. Mazheri Cânı Cânân 17.ci mektûbunda buyuruyor ki:
Ehli sünnet mezhebinin âlimleri, Eshâbı kirâm arasındaki muhârebeleri, Onların yüksek şânlarına yakışacak şekilde anlatmışlardır. Çünkü Onlar, (İnsanların en hayırlıları, benimle birlikte yaşayanlardır) hadîsi şerîfi ile medh olunmuşlardır. Sebebini anlayamadıkları ayrılıklarını da, Allahü teâlâ’nın bilgisine bırakmışlar, bu hayırlı asrın temiz insanlarına dil uzatılmasından sakınmışlardır. Hayırlı oldukları bildirilen ilk üç asırda yetişmiş olan hadîs ve fıkıh âlimlerinden hiçbiri, Eshâbı kirâm’ın zamânına çok yakın oldukları ve Onların hâllerini çok iyi bildikleri hâlde ve Alî Mürtezâ’ya “radıyallahü anh” karşı olanların hatâ ettiklerini bildirdikleri hâlde, hiçbirini kötülemek câiz değildir demişlerdir. Evet, Şâm ve Bağdâd askerleri arasında birkaç gün, muhârebe ve birbirlerini lanetleme oldu ise de, bu hâlleri taassuptan [düşünce ayrılığından] idi. Birbirlerini kâfir bilmekten değildi. Bu fitne, Emîrülmüminîn Osmân’ın “radıyallahü teâlâ anh” şehit edilmesi ile başladı. Muhârebe zamânında, Eshâbı kirâm üçe ayrılmıştı. Bir kısmı, haklı halîfe olan Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri tarafında idi. İkinci kısmı Şâm emîri tarafında idi. Üçüncü kısmı, iki tarafa da katılmadı. Hadîs âlimleri ve fıkıh ilminin müçtehitleri, Eshâbı kirâm’dan hadîsi şerîfleri toplarlarken, her üç kısımdakileri müsâvî tutmuşlar, hepsinin sözlerinin kıymetli, doğru olduğuna inanmışlardır. Üç kısımdan birinde bulunanları kâfir veyâ fâsık bilselerdi, bunların bildirdiklerini kabûl etmezler, bu haberleri, içtihat için, ahkâm çıkarmak için, menba’ ve senet yapmazlardı. Bu üç kısımdakilerden herhangi biri kötülenirse, dîni islâm, içerden yıkılır. Bu büyüklere dil uzatmamak, islâmiyyete hizmet etmek olur ve Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetine, meclislerine kıymet vermek olur. Eğer (Resûlullah’ın akrabâsına kıymet vermek çok lâzımdır) denirse, evet öyledir. Fakat, Resûlullah’ın akrabâsından hiçbiri, kendileri ile harp eden Sahâbîlerden hiçbirine kâfir demedi. Evet, harp edenlerin birbirlerini sevmemeleri, kötülemeleri lâzımdır. Fakat, hadîsi şerîfler ile medh edilen bu hayırlı insanlar, birbirlerini asla kötülememişlerdir. Resûlullah’ın akrabâsını sevmek, bütün Müslümânlara vaciptir. Onların incinmelerini istemek de, bu sevgiyi bozar.
Eshâbı kirâm’ın “aleyhimürrıdvân” birbirleri ile muhârebelerini konuşmak, yazmak doğru değildir. Bu hâle üzülmeli ve susmalıdır. Şî’î denilen bazı kimseler, taşkınlık yapıyorlar. Uydurma haberlere aldanarak, o temiz insanları, kendi nefisleri gibi zan ediyorlar. Eshâbı kirâma kâfir diyecek kadar taşkınlık yapıyorlar. Hâlbuki, Resûlullah’ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hayâtını, sözlerini bizlere onlar bildirdi. Ömürlerini Resûlullah’ın sohbetinde geçiren, Onun terbiyesi ve nasîhatleri ile edeplenen, olgunlaşan, mallarını ve canlarını Onun için fedâ eden, Ondan sonra da Onun dînini yaymak için çalışan kimselerin küfürden kurtulamayacakları düşünülebilir mi? Allahü teâlâ, bu hizmetlere, gayretlere, hiç merhamet etmemiş midir? Onlara merhamet edilmezse, sonra gelen bizim gibi günâhkârlar, kimden ve nasıl afv ve rahmet bekleyebiliriz? Geçmiş Peygamberlerden ve Evliyâdan biri ölünce, ümmetinin, cemâatinin hepsinin kâfir oldukları ve Onun evlatlarına, akrabâsına düşman oldukları, hiç işitilmişmidir? Böyle olsaydı, Allahü teâlâ’nın Peygamber göndermesi, abes olurdu, fâidesiz olurdu. Zamânların en iyisi olarak müjdelenmiş olan zamân, zamânların en kötüsü olurdu. İnsanların en iyileri, en kötüleri olurdu.
Mazheri Cânı Cânânın, en büyük talebelerinden Senâüllahi Pânîpûtî hazretleri; (Tefsîri Mazherî) adında on cild, çok kıymetli bir tefsîr yazmıştır. Yine Senâüllahi Pânîpûtî hazretlerinin (İrşâdüt tâlibîn) kitabından bir kısmının tercümesi (Kıyâmet ve Âhıret) kitabının 290.cı ve müteakip sahîfelerinde vardır. Mazheri Cânı Cânân “kuddise sirruh” bu talebesi için; (Allahü teâlâ kıyâmet günü bana, ne getirdin, diye sorarsa, ben de Senâüllahı Pânîpûtîyi getirdim, diyeceğim) buyurmuştur.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân kuddise sirruh Menkıbeleri
Bir gün Mazheri Cânı Cânân hazretlerinin talebelerinden biri huzûruna gelip; “Efendim! Kardeşim, Azîmâbada gitmişti. Sevenlerinizdendir. Bir iftirâya uğrayıp, haksız yere hapis edilmiş. Kurtulması için duâ ve teveccühte bulunmanızı istirhâm ederiz,” dedi. Bunun üzerine Mazheri Cânı Cânân bir mektup yazıp, kardeşine ulaştırması için ona verdi ve; “Bu eline geçtikten bir sâat sonra, hapisten kurtulur” buyurdu. O talebe mektûbu kardeşine ulaştırınca, işâret edildiği gibi hapisten kurtuldu.
(Se’âdeti Ebediyye) kitabının 1018.ci sahîfesinde diyor ki: (Mazheri Cânı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz” hazretleri, büyük günâh işlemiş bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi. Yani hâtırına başka hiçbir şey getirmeyip yalnız onu düşündü. Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatmi tehlîl, [yetmiş bin Kelimei tevhit] sevabı bağışlayacağım. Îmânı varsa afv olur,” buyurdu. Hatmi tehlîlin sevabını bağışladıktan sonra; Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelimei tayyibe, tesîrini gösterip azâptan kurtuldu, buyurdu. Hadîsi şerifte; (Bir kimse, kendisi için veyâ başkası için yetmiş bin adet Kelimei tevhit okursa, günâhları afv olur) buyruldu.)
Mazheri Cânı Cânân hazretleri talebeleri ile birlikte bir yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında azık olarak hiç bir yiyecek yoktu. Gittikleri yerde de misâfir kalabilecekleri bir tanıdıkları bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu bildiklerinden merâk edip; “Bakalım hâlimiz ne olur?” diyerek yola devâm ettiler. Her yemek vakti geldiğinde, Mazheri Cânı Cânân hazretlerinin kerâmeti ile, gaybdan önlerine sofra kuruluyordu. Sofra üzerinde çeşit çeşit ve gâyet nefis yemekler bulunuyordu. Bu nefis yemekleri yiyip yolculuğa devâm ettiler. Talebeleri hayâtlarında öyle güzel ve çeşitli yemekler yememişlerdi. Bu hâl, seferlerinden dönünceye kadar devâm etti.
Bir kimse, vefât eden bir yakınının azâpta olduğunu rüyada görüp, Mazheri Cânı Cânân hazretlerine mağfiret olunması için, duâ etmesini istirhâm etti.Mazheri Cânı Cânân hazretleri de duâ edip; “Allahü teâlâ, ölünün günâhlarını mağfiret eyledi,” diye de ona müjde verdi. O kimse tanıdığını tekrâr rüyada görünce, kendisine; “Hazreti Mazherin duâsı bereketi ile, azâptan kurtuldum,” dedi.
Seyyid Gulâm Alî Abdüllahı Dehlevî hazretleri anlatır: “Bir gün Mazheri Cânı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunuyordum. İhtiyâr bir adam gelip; ”Şeyhin şöhreti Rahmânî mi, yoksa değil mi? Onu anlamağa geldim,“ dedi. Bu küstahça söz karşısında, Mazheri Cânı Cânân hazretleri son derece müteessir oldu ve öfkelenerek o ihtiyâra, keskin ve dik dik baktı. O esnâda ihtiyâr yere düşüp çırpınmağa başladı. Sonra; ”Tövbe ettim. Allah için beni afv et,“ diye yalvardı. Mazheri Cânı Cânân hazretleri, Allahü teâlâ’nın İsmi araya girince, kalktı ve ihtiyârın kolundan tutarak kaldırdı. İhtiyâr hemen düzeldi.”