Evliyânın meşhûrlarından, Ehli sünnetin en büyük âlimlerindendir. Silsilei aliyyenin yirmi dördüncüsüdür. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâmı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. Mecdüddîn ve Urvetülvüskâ lakapları ile anılır. Urvetülvüskâ; sağlam ip, tutunacak sağlam yer, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1007 [m. 1599] senesinde Hindistân’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülki Haydâr mevkı’nde doğdu.
Muhammed Ma’sûm hazretleri doğduğu zamân babası; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra yüksek hocamın [Muhammed Bâkîbillahın] huzûruna kavuştum, ona talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm,” buyurmuştur. Dahâ üç yaşında iken, tevhit kelimesini söylerdi. Kur’ânı kerîmi kısa zamânda ezberledi. İlim tahsîl ettiği sırada, on bir yaşında iken, zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. İmâmı Rabbânî hazretleri onun hakkında; “Muhammed Ma’sûm’un günden güne ânbeân bizim nispetimizi elde etme hâli; dedesinin yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen Şerhi Mevâkıf sahibinin hâline benzer,” buyurdu. Babası İmâmı Rabbânî hazretleri yine onun için; “Bu oğlum, sâbikûndan (bu ümmetin büyüklerinden) dir,” buyurdu.
Muhammed Ma’sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâmı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda onun hakkında şöyle yazmıştır: “Bu günlerde oğlum Muhammed Ma’sûm, (Şerhi Mevâkıf) kitabını tamâmladı. Derslerinde Yunan felsefecilerinin hatâlarını iyi anladı. Nice fâidelere kavuştu. Allahü teâlâ’ya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun.” İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık’dan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhiri Lâhorî’den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.
On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen Tasavvufa yönelip, babasının feyizlerine, üstün makâmlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu.
Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o dahâ çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: “Bu fakîr, [Yani Muhammed Ma’sûm] o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâmı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftîş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri beyân eyledikleri zamân, bu fakîrden başkası, şerefli huzûrlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâ’ya bunun için ve verdiği nimetler için hamd ve senâlar olsun.”
Muhammed Ma’sûm, mübârek babasının feyizleri ve teveccühleriyle, çok çabuk kemâl derecelerine ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde edilenler, günler ve aylara sığdırıldı. Öyle yetişti ve yükseldi ki, onun bereketi ve feyizleri bütün âleme yayıldı.
Muhammed Ma’sûm, babası İmâmı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vaaz ve irşâd makâmına geçip, talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyiz saçarak insanları doğru yola davet etti. İslâm târîhinde rüşt ve hidâyeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşit görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini Evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşidi kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşat ile emir olunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bazen bir ayda, bazen bir haftada Evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bazılarını bir teveccühte, makâmların hepsine ulaştırırdı.
Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin altı oğlu, beş kızı vardır. Oğullarının altısı da kutbluk mertebesi ile şereflendiler. Cihânı nûr ile doldurdular. Zâten yüksek babaları, kendisine: (Senin oğulların, benim gibi olurlar) buyurmuştu.
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pek çok velî yetişmiş ve zamânlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyizleri yayılıp nûrlandırmışdır. Ecdatlarının vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç ciltlik; (Mektûbâtı Ma’sûmiyye) adlı bir eseri vardır. Birinci ciltte 239, ikinci ciltte 158, üçüncü ciltte 255 mektup vardır. Yani bu üç ciltte toplam altı yüz elli iki mektup bulunmaktadır. Son olarak 1396 [m. 1976] senesinde Pakistân’ın Karaçi şehrinde bastırılmıştır. (Mektûbâtı Ma’sûmiyye)de, her biri rûhlara şifâ olan mektuplar arasından yüz altmış bir adeti seçilerek; (Müntehâbâtı Ma’sûmiyye) adı ile Hakîkat Kitâpevi tarafından bastırılmıştır. Bu mektupların Türkçe tercümelerinin on bir adeti (İslâm Ahlâkı) kitabında, otuz üç adeti (Hak Sözün Vesîkaları) kitabında, altı adeti
(Cevab Veremedi) kitabında ve birkaçı da (Se’âdeti Ebediyye), (Eshâbı kirâm), (Kıyâmet ve Âhıret), (Fâideli Bilgiler) kitâplarında vardır.
Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri buyurdu ki:
*Bu kısa ömürde, en mühim işleri yapınız! Geceleri ibâdet yapmağı ve seher vakitlerinde ağlamağı, büyük nimet biliniz! Karanlık geceleri, Allahü teâlâ’yı hâtırlamak ile aydınlatınız! Ticarette sâdık ve emîn olunuz!
Hadîsi şerifte,
(Allahü teâlâ, sâdık olan tâciri sever) buyuruldu. Fasit ve fâizli olan sözleşmeler yapmayınız! Âlimlerin düştükleri tehlikelerden biri budur.
*Âlim olmayanların hâlini siz düşününüz! Bu zamânda, böyle bozuk sözleşmelerden kurtulabilen kimse acabâ var mıdır?
Şeriata uygun sözleşmeleri, hakîkî din adamlarından [ve onların kitâplarından] öğreniniz! Buna çok dikkat ediniz! Bu tehlikeli işten muhâfaza etmesi için, Allahü teâlâ’ya duâ ediniz!
*İnsân ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde, insânın nefsidir. (Nefsini bırak da, bana gel! Aradığın güneşi örten bulut, sensin! Kendini bil!) buyuruldu. Nefsin aradan kalkması, vicdânî [Kalbe ait] ve zevkî bir iştir. Söz ve yazı ile bildirilemez. Kitâp okumakla anlaşılmaz. Ezelde ihsân edilmiş olması ve Allahü teâlâ’nın cezp etmesi [çekmesi] lâzımdır.
Sebepler âlemi olan bu dünyâda, muhabbet şartı ile, bir Velînin sohbeti kâfîdir. Muhabbet çok olduğu kadar, Onun kalbinden yayılıp, kendine gelen feyizlerden, marifetlerden çoğunu alıp, kemâlâta kavuşur. (Kişi sevdiği ile berâberdir) hadîsi şerîfi, bunu haber vermektedir.
*Ehlullahın [Evliyânın] vücutları, hayâtta iken de, vefâtlarından sonra da rahmettir. Diri iken verdikleri feyizleri ve bereketleri, öldüklerinden sonra da gelir. Feyizleri ve bereketleri, yollarından ayrılmayanlara akmağa devâm eder.
*Dünyânın görünüşü tatlıdır, lezzetlidir. Hâlbuki, hakikatte zehirdir. Kıymetsizdir. Onun tuzağına düşen, hiç kurtulamaz. Bu zehir ile ölen, leş olur. Buna gönül vermek deliliktir. Yaldızlanmış necâset, şeker kaplanmış zehir gibidir. Aklı olan, böyle sahte, yalancı güzelliğe aldanmaz. Bozuk, zararlı zevklere gönül bağlamaz. Bu kısa hayâtında, sâhipinin rızâsını kazanmağa çalışır. Ahrette işe yarayacak şeyleri kazanır. Kulluk vazîfelerini yapar. Allahü teâlâ’nın emirlerine sarılır. Harâm, yasak ettiği şeylerden sakınır. Böyle yapmayıp, zararlı şeyler peşinde koşanlara yazıklar olsun!
*Hükümet adamlarından ve başkalarından gelen zulümler, elemler, yalnız zâhire [bedene ve dimâga]dır. Bâtına [kalbe] sirâyet etmez. Âhırette sevâp verilmesine, dünyâda bâtının nûrunun artmasına sebep olurlar. İnsandan insanlık sıfatları zâil olmaz. Bâtın, Allah’dan gelen şeylerden râzı iken, zâhir üzülür. Derdlerin, belâların gitmesi için, istiğfâr okumak çok fâidelidir. Çok tecrübe edilmiştir. Ölümden başka her dertten kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölmesine yardım eder.
Hadîsi şerifte,
(İstiğfâra devâm edeni, çok okuyanı, Allahü teâlâ, dertlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu, hiç ummadığı yerden rızklandırır) buyuruldu.
*Alî bin Ebî Bekr, (Meâricülhidâye)de diyor ki, (İstiğfârlardan meşhûr olanı, Peygamberimizden haber verilen, Bir kimse, (Estagfirullahel azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanürrahîm elhayyülkayyûmüllezî layemûtü ve etûbü ileyh Rabbigfir lî) yirmi beş kere okursa, odasında, âilesinde, evinde ve şehrinde hiç kazâ, belâ olmaz)dir. Bunu her sabâh ve akşam okumalıdır.
*Abdüllah ibni Ömer diyor ki, bir kimse, Resûlullah’dan sordu: Hizmetçimi kaç kere afv edeyim dedi. Cevab vermedi. Tekrâr sordu. (Her gün, yetmiş kere afv et!) buyurdu.
Büyüklerin yolundan ayrılmayınız! Talebeye ve misâfirlere çok iyi hizmet ediniz! Şeriata sıkı sarılınız! Resûlullah’ın sünnetine yapışınız! Bidatlerden sakınınız! Bidat sâhipleri ile sohbet etmeyiniz. Onlardan kaçınız!
Hadîsi şerifte,
Bidat sâhipleri, Cehennemde azâb çekenlerin köpekleri olacaklardır) buyuruldu. Bu hadîsi şerîfi unutmayınız! Büyüklerimizin yolunda bidat [değişiklik] yapmayınız! Bidat yapılmadıkça, büyüklerin feyizleri, bereketleri devâm eder. Allahü teâlâ’nın rızâsını her ân arayınız. Onun marifetine kavuşmağa çalışınız! Bu nimetin kokusu gelen yere koşunuz! Dünyâya gelmekten murat, bu nimete kavuşmaktır. Yazıklar olsun ki, istenilen terk olunuyor. Başka şeyler arkasında koşuluyor.
*Velîden her an yayılan feyiz, nûr, herkese istidâdı kadar gelir. İstidat, Ehli sünnet itikâdında olmak, bidatlardan sakınmak ve şeriata uymaktır. İstidâdı çok olana çok feyiz gelir. Gelen feyizlerden, ihlâsı ve muhabbeti kadar feyiz alır.
*Gençlik, ömrün en kıymetli zamânıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamândır. Bu zamân, her gün geçiyor, azalıyor. Erzeli ömr olan ihtiyârlık yaklaşıyor. Yazıklar olsun ki, en şerefli, en lüzûmlu iş olan, ma’rifetullahı kazanmağı, hayâl olan erzeli ömre bırakıyorsun. En şerefli olan zamânlarını, en zararlı, en kötü şey olan, nefsin arzûlarına kavuşmak için sarf ediyorsun.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Yarına yaparım, yarına yaparım diyenler, aldandı) buyurdu.
*İnsânın, Allahü teâlâ’nın marifetine kavuşmasına mâni’ olan en kuvvetli düşman da, nefsin arzûlarıdır. Bu arzûlar bitmez ve tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır. (Maksûdün, ma’bûdündür) sözü meşhûrdur. (Nefislerinin arzûlarını ilah edinenleri görmedin mi?) âyeti kerîmesi, bu sözümüzün vesîkasıdır.
*Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakîrlere yemek, sadaka verip, sevâplarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur.
*İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur.
*Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istiğfâr, tövbe etmek çok fâidelidir.
*Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbinin fesâdına bağlıdır.
*Sâlih amellerin sevabını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâp ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevabı hiç eksilmez.
*İnsanın izzeti, îmân ve marifet iledir. Mal ve mevki’ ile değildir.
*İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse, bunların hepsi Allahü teâlâ’nın ezelî takdîri iledir.
*İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazîfesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır.
*Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâyı nefse ve hoşuna giden şeye uysun! O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzû ve hevesine uyanlar, âsi, inâdcı olup, Allahü teâlâ’nın gazâbına uğrarlar ve çeşitli azâblara müstehak olurlar.
*Vaktleri zikr ve tefekkür ile ma’mûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir.
*Allahü teâlâ’nın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı (geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhıret azığını hâzırlamalıdır.
*Bidatler yayılıp sünnetler terk edildiği zulmetli zamânda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır.
*Günâhlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç sâat içinde yapılırsa, o günâh amel defterine yazılmaz.
*Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusûrdan hâli değildir. Ümitli olmalıdır.
*Kur’ânı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur.
*Cennete girmek ancak rahmeti ilâhî iledir.
*Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise ma’rifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, ma’rifetullahı, ömrün en kötü zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!
*Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!
*Müminin hesâbı kısa bir zamân için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını geciktirmez.
*Son nefes korkusu bir nimettir ki, Hakkın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır.
*Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlâ’nın rızâsını kazanmaya sarf etmek lâzımdır. Alçak dünyânın nimetlerine dalmayıp, âhıreti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhıreti ve âhıret nimetlerini kazanmak için çalışmalıdır.
*Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veyâ ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fadlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur.
*Sadakanın sevabını evvelâ Resûlullah efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir.
*Seher vakitlerinde uyanık olmağı, ağlamayı ve namâz kılıp, istiğfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak kabûl etmelidir.
*Attârı Şiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; “Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım” dedi.
Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; “Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum,” buyurdu.
* İslâmiyyete uymadıkça, hiçbir vakit marifeti ilâhî hâsıl olmaz.
*İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhıret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, ahrette iyi ve râhat yaşamağa sebep olan şeyleri yapar. Âhıret yolcusuna lâzım olan şeyleri hâzırlar.
*Bir kimse âhırete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhıret ihtiyaçlarını giderir.
*Abdüllah ibni Mübârek buyurdu ki: (Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmaktaki gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da marifete kavuşamaz.)
Bunun içindir ki, hadîsi şerîfde,
(Günâh işlemek, insanı küfre sürükler) buyuruldu.
*Şeytân, insanın dışındaki bir düşmandır. İnsanın içinde taşıdığı şeytân olan nefis, iç düşmandır. İçteki düşman [nefs] yardım etmedikçe, dıştaki düşman hükmünü icrâ edemez.
*Zühd, tövbe ve tevekkül, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at ile olmadıkça, makbûl değildir.
*Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât getirmek, kıyâmet gününün korku ve şiddetinden kurtulmağa sebeptir.
*Zikr eden kimse, hiç olmazsa dilinden çıkan nedir, onu bilmelidir.
*Duâi zahrilgayb, icâbete akrebdir.
*Halka hizmet, zikrden efdâldir.
*Tevekkül, Resûlullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâli, kesb de Onun sünnetidir.
*İnsanlar ile haşrneşr olmak, iflâs alâmetlerindendir.
*Eshâbı kirâm’ın hepsi, sohbetin şerefi sebebi ile, ölmeden önce ölmek ile müşerref oldular. Ve ümmetin Evliyâsının önüne geçtiler.
*İstiğfâr, belâların ve sıkıntıların kaldırılması için fâideli ve tecrübe olunmuştur. Sabâh ve akşâm istiğfâra devâm etmelidir.
*İstikâmet, kerâmetin üstüdür. Cem’iyyet ve istikâmet üzere olmalıdır.
*Maksadın ne ise, taptığın odur.
*Kıyâmet yaklaştı. Küfür, bidat ve günâh zulmetleri her tarafı kapladı. Herkes bu zulmetlerin fırtınalarına yakalanıyor. Böyle bir zamânda, bir sünneti ortaya çıkaracak ve bidatleri yok edecek kahramân lâzımdır.
Muhammed Mâsûm-i Fârûkî kuddise sirruh Menkıbeleri
Mekkei muazzama’da bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Sa’îd hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti. Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü teâlâ’ya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: “Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâ’ya duâ ettiğim sırada, mahlukattan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirâk ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin râhatsızlığı geçip, tam sıhhate kavuştu.”
Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır: “Muhammed Ma’sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşat etmemi emir etti. Bunun üzerine; “Efendim, irşat makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarf edecek bir şeyim yoktur,” dedim. Bu sözler üzerine bana; “Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyâh kağıt getir,” buyurdu. Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o kağıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kağıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime; “Bu tasarrufu bana ihsân etselerdi, ne iyi olurdu,” dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrâr buyurdu ki: “Peki bu tasarrufu Allahü teâlâ’nın izniyle sana verdim. Ama, ihtiyâcın olduğu zamân kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyâh kağıdı ıslatırsan gümüş olur.”Sonra izin alarak, memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kağıtlar, altın veyâ gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp, irşat vazîfesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim.” Bu talebesinin İsmi, altın yapan Kâbilli Sofi manâsında; “Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî” diye meşhûr olmuştur.
Hüdâperest Hân adında bir vâlî, vâlîliği bırakıp, Muhammed Ma’sûm hazretlerine talebe olmuştu. Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için, hocası Muhammed Ma’sûm’un huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma’sûm hazretleri sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı misâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş dâne, “Enbe” denilen yemiş verdi. Ayrıca altı müsâfiri için, “Eşrefî” denilen altı altın para verdi ve; “Sen bizim oğlumuz yerindesin. Burada bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse, hiç çekinmeden bize haber ver,” buyurdu.
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda yetişip, halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de; “Bu kumaşta bereket vardır,” buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun zamân o kumaştan bir parça keserek satıp, ihtiyâçlarını temîn etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofî manâsında “Sofî Pâyende Kerbâs” İsmi ile meşhûr olup, anıldı.
Yine, talebelerinin büyüklerinden Hâce Muhammed Sıddîk şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp, bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kenârında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri göründü. Elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu.”
Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Bir gün kendimden geçip, muhabbet ateşiyle yanarak, sahrâlara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki, şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrâda çok susadım. Neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Mâ’sûm hazretleri uzaktan göründü. Hemen şevk ile, sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helâk olmaktan kurtuldum.”
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen bir zât şöyle anlatmıştır: “Bir defasında hayvanıma odun yükleyip getirirken, yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrâr yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kaldım. Bu sırada Muhammed Ma’sûm hazretleri birden bire karşıma çıktı. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu.”
Muhammed Ma’sûm, bir gün abdest alırken, abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi. Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. “Acabâ ne kusûr ettim,” deyip, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip, durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma’sûmi Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: Ona söyleyiniz, korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrâda, kana susamış bir aslana rastladı. Aslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği aslana fırlattım ve o zavallıyı kurtardım. Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: Sahrâda âniden bir aslan gördüm. O anda Hocam, İmâmı Muhammed Ma’sûm hazretlerini hâtırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâmı Ma’sûm hazretleri geldi. Elindeki ibriği aslana fırlattı. Aslanda hareket edecek kuvvet kalmadı. Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o aslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum.
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, Yani duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bazı hâdiseleri sorup cevab aldı. Sonra da; “Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler,” buyurarak, vefât edeceğine işâret etti. Yine vefâtına yakın bir zamânda bir yerde durup; “Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur,” buyurdu. Vefât edince, kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar.