Şâhı Nakşıbend Behâeddîn-i Buhârî kuddise sirruh Hayatı
Evliyânın büyüklerinden ve Müslümânların gözbebeği yüksek âlimlerden olup, seyyiddir. Silsilei aliyyenin on beşinci ferdi kâmilidir. Muhammed Bâbâ Semmâsî ile seyyid Emîr Gilâlin talebesidir. İsmi, Muhammed bin Muhammeddir. Behâeddîn ve Şâhı Nakşîbend gibi lakapları vardır. Allahü teâlâ’nın sevgisini kalplere nakşettiği için, “Nakşîbend” denilmiştir. 718 [m. 1318] senesinde Buhârâya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasırı Ârifânda doğdu. 791 [m. 1389]da Kasırı Ârifânda Rebî’ulevvel ayının üçünde Pazartesi günü vefât etti. Kabri oradadır. İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından olup, Tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamânında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok insan, hidâyete, doğru yola kavuşmuştur.
Annesi şöyle anlatmıştır: Oğlum Behâeddîn dört yaşında iken, evimizde yavrulayacak bir inek vardı. Behâeddîn, ineği göstererek, öyle anlıyorum ki, bu inek beyâz başlı bir buzağı doğuracaktır, dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin ilk hocası, dahâ doğar doğmaz kendisini manevî evlatlığa kabûl eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsîdir. Önce ondan istifâde etti. Sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi seyyid Emîr Gilâle havâle etti.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerine, bu dereceye nasıl ulaştınız? diye suâl olundu. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla, buyurdu. Yine buyurdu ki: Bizim yolumuz sohbettir. Halvette, yalnızlıkta şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket cemiyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercîh etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, bazılarının kalplerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalplerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan bazılarının da kalplerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalplerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz.
İnsanlara rehber olan, onları irşat eden, doğru yolu gösteren âlimler, usta avcıya benzerler. Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yakalarlar. Sonra avladıkları o vahşî hayvanı terbiye edip, ehlileştirirler.
Bunun gibi, Allahü teâlâ’nın velîleri de hikmet ehli olup, güzel tedbîrler ile, huylarına göre tâliplere gereği gibi muâmele ederek, teslîmiyet makâmına ulaştırırlar. Sonra sünneti seniyyeye tâbi’ olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar. Yine buyurdu ki: İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlip yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvüd aleyhisselâma; “Ey Dâvüd! Beni talep eden birini gördüğün zamân, ona hizmetçi ol!” buyrulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlipte bu yola girme kâbiliyeti hâsıl olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydâna çıksın. Sünneti seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli davranmalıdır ki, yolumuzda olanlarda ehlullahın tam bir marifetine kavuşma se’âdeti hâsıl olsun.
Yine buyurdu ki: Resûlullah efendimizin, benim ümmetim buyurduğu ümmet, İbrâhîm aleyhisselâmın Nemrûdun ateşinden kurtulduğu gibi, Cehennem ateşinden kurtulurlar.
Çünkü Resûlullah efendimiz;
(Benim ümmetim, dalâlet (sapıklık) üzerinde birleşmez) buyurdu. Buradaki ümmetten maksat, hakîkî ümmettir. Yani Resûlullaha tâbi’ olan ümmettir.
Bunun için Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Benim ümmetim üç kısımdır. Birincisi davet ümmeti (Müslümân olmayanlar), ikincisi icâbet ümmeti (Müslümân olanlar), üçüncüsü de mütâbeât (tam uyanlar) ümmetidir.)
Buyurdu ki: Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsinin isteklerine boyun eğmemeye muvaffak olduğu için, şükür etmesi lâzımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, Yani nefsine muhâlefet etmesi lâzımdır.
Buyurdu ki: Bizim yolumuz, Allahü teâlâ’nın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâbı kirâma tâbi’ olmaktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamânda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri, istersek kolayca çekerek, dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir tabîbe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tespit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emîn olmaları icap eder. Böyle olmazsa, sohbetten fâide hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalplerinde, muhabbet tohumu vardır. Kısaca bu yola, Ehli sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâlâ’dan başka her şeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü teâlâ’nın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazîfemizdir. Muhabbet için uzakta olmak fark etmez.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerine siz nasıl bir yolda bulunuyorsunuz? diye suâl sorulunca, buyurdu ki: Ancak ârif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz.
Bu yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâkabe, müşâhede ve muhâsebedir.
Murâkabe: Bu yola giren kimsenin, her şeyi bırakıp, Allahü teâlâ’ya dönmesidir. Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu netîceye vardık ki, murâkabeyi elde etmenin yolu, nefse muhâlefet etmektir.
Müşâhede: Gayb âleminden gelir ve kalp üzerine işlenen bir tecellîdir. Celâlî veyâ cemâlî olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Muhâsebe: Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesâba çekip bakar. Geçmiş zamânı, gaflet ile mi, huzûr ile mi geçti? Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâlâ’ya hamd etsin.
Eğer geçen zamân gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zâyi’ etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbîrli olup, tövbe etmektir. Ârif olanlar, bu üç husûsa riâyet ettikleri için, pek çok fâide elde ederler. Ârif olmadan istifâde edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü teâlâ’nın inâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse, kıyâmete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye nimetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, Allahü teâlâ’nın kullarına şefkat ve acımasının çokluğundan, on iki gün başını secdeye koyup, Allahü teâlâ’dan, Tasavvufta kolay ilerlenen, kolay ele geçen ve elbette kavuşturucu olan bir yol istedi. Duâsı kabûl edildi. Bu yol; yemekte, içmekte, giyimde, oturmakta ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi çeşitli düşüncelerden korumaktır. Her ân güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.
Kendisinden kerâmet isteyenlere buyurdu ki: “Bizim kerâmetimiz açıktır. Bu kadar çok günâh ile yeryüzünde yürümemizden büyük kerâmet olur mu?” Bir defasında ise; “Biz Allahü teâlâ’nın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi muratlardan, çekip götürülenlerden eyledi,” buyurdular.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin yolunun esâslarından olan; “Biz, sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik,” buyurması, Resûlullah efendimizin dahâ ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyiz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.
Buyurdu ki: Yolun esâsı, kalbe teveccühtür. Kalp ile de, Allahü teâlâ’ya teveccühtür. Kalp ile çok zikr etmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yemek, içmek, giymek ve oturmakta, işlerde ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan âlimin sohbetini ganîmet bilmektir. Hocasının huzûrunda iken ve uzakta iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksat ve ele geçen şey; Allahü teâlâ’nın devâmlı huzûrunda olmaktır. Eshâbı kirâm zamânında buna “ihsân” denilmişti. Bu yolda ilerleme esnâsında; nefsin arzûlarını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ makâmlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makâm ele geçer.
Buyurdu ki: Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allahü teâlâdan başka ne varsa hepsini yok bilmektir.
Yine buyurdu ki: İslâm dîninin hükümlerini yapmak, Yani emirleri yapıp, yasaklardan sakınmak, harâmları, şüpheli şeyleri, hattâ mubâhların fazlasını terk etmek, ruhsatlardan uzak durmak, mubâhları zarûret miktârınca kullanmak, tamâmen nûr ve safâdır. Aynı zamânda Evliyâlık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzûlarına uyarlar. Yoksa Allahü teâlâ’nın feyzi her ân gelmektedir.
Bir kimse sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur diye, suâl edince; Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur, buyurdu ve şu beyti okudu:
İçerden âşinâ ol, dışardan yabancı,
Az bulunur böyle yürüyüş cihânda!
Bir defasında Nesefde büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur bekledi. Fakat bir damla bile su düşmedi. Nesef halkı, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin duâsını almak için, aralarından birini huzûruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzûn ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Üzülmesinler, Allahü teâlâ onlara yağmur gönderecek.” Aradan kısa bir zamân geçti, Nesefe yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devâm etti. Kuraklık kalkıp, bolluk oldu.
Bir talebesi şöyle anlatmıştır: Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhârâya geldim. Âlimlerin derslerine devâm ettim. Sonra kalbime Kâ’beyi ziyâret etmek arzûsu düştü. Mekke’ye gidip, Kâ’beyi ziyâret etmek şerefine kavuştum. Buhârâya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hattâ eşkıyâlık yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde iken, bir çekilime hâli hâsıl oldu. Bu hâl, beni ister istemez, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin huzûruna sürükledi. Huzûruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin tesîrinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım. Behâeddîni Buhârî hazretleri bu hâlime öfkelenip; “Sus!” dedi. Sonra da; “Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin temâm olurdu,” buyurdu.
Talebelerinden Emîr Hüseyin de şöyle anlatmıştır:“Benim evim Kasırı Ârifânda idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namâzdan ve niyâzdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yoktu. Tam gençlik cehâleti içinde idim. Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri câmi’e giderken, gelip geçtikçe, beni görüp tebessüm ederdi. Nihâyet bir gece rüyamda Behâeddîni Buhârî hazretlerini gördüm. Mübârek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka hâller kaplamıştı. Âniden Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri evime geldi. Bana dedi ki; “Aynayı sana kim verdi?” “Siz verdiniz efendim,” dedim. “Niçin namâz kılıp, Kur’ânı kerîm okumazsın?” buyurdu. “Kur’ânı kerîm okumayı bilmiyorum,” dedim. “Ben sana namâzı ve Kur’ânı kerîmi öğretirim,” buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pek çok ihsâna ve nimete kavuşmama sebep oldu.”
Nakl edilir ki, Şeyh Şâdî adında bir zât, Kasırı Ârifâna gelip, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin huzûruna girerek, ziyâretlerine gelmekte kusûr ettiğini söyleyip, afv etmelerini istedi. Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri ona şaka yaparak; “Bedâva özr kabûl edilmez,” buyurdu. Gelen zât; “Bir öküzüm vardır, onu size vereyim,” dedi. “Onu kabûl etmeyiz, köyünde uzun zamândan beri biriktirip, duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabûl edilir,” buyurdu. Şeyh Şâdî; “Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?” diye hayretler içinde kaldı. Sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Behâeddîni Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîni Buhârî altınları sayıp, içinden bir dânesini ayırdı. Diğerlerini o zâtâ geri verdi. “Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap. Kaldırdığın mahsûlü Allahü teâlâ’nın kullarına dağıt,” buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını göstererek; “Bu altın harâmdır,” buyurdu. Dahâ sonra o zâta; “Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?” dediler. Behâeddîni Buhârî hazretlerini tanımadan ve ona talebe olmadan önce bir kumarda kazanmıştım, dedi.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretleri, talebelerinden birini, bir iş için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, uyuya kaldı. Rüyasında hocası Behâeddîni Buhârî’yi gördü. Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp; “Uyan, kalk burası uyunacak yer değildir,” dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp, gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Birden, iki kurdun kendisine doğru yaklaştığını ve hücûm etmek üzere olduklarını gördü. Hemen oradan uzaklaşıp, yoluna devâm etti. Kasırı Ârifâna varınca, Behâeddîni Buhârî hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; “Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirâhat edilir mi?” buyurdu.
Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerine hediye olarak bir miktâr balık getirilmişti. Balığın getirildiği sırada, o mecliste hâzır bulunan talebeleri ile berâber balığı yemek arzû ettiler. Balıklar hâzırlanıp, sofra kuruldu. Talebeler, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî ile birlikte sofraya oturdular. İçlerinden biri, sofraya oturmadı. Behâeddîni Buhârî ona; “Niçin sofraya oturmuyorsun?” dedi. O da oruçluyum diyerek, nâfile oruç tuttuğunu bildirdi. Ona; “Gel bize uy!” dedi. Fakat gelmedi. Tekrâr; “Gel bize uy! Ramezân günlerinden bir günde tutulan oruç sevabı kadar sevâp kazanırsın,” buyurdu. Fakat o kimse söz tutmayıp, inâdında ısrâr etti. Bunun üzerine talebelerine; “Bu adam, Allahü teâlâd’an uzaktır. Siz onu terk ediniz,” buyurdu. O oruçlu kimse, son derece zahit bir kimse idi. Fakat, Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin sözüne itirâz edip, muhâlefet göstermesi sebebiyle, zahitliğini kaybetti. İbâdetlerini terk etmeğe başladı. Tamâmen dünyâya yönelip, felâkete düştü.
Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Semerkandda oturuyordum. Behâeddîni Buhârî hazretlerinin keşif ve kerâmet sahibi büyük bir zât olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve sohbetine kavuşmak için Buhârâya gitmeye karâr verdim. Yola çıkarken annem hırkamın bir yerine harçlık olarak dört altın dikti. Buhârâya varınca, Behâeddîni Buhârî hazretlerinin sohbetine katıldım. Sohbeti sırasında beni öyle bir hâl kapladı ki, Sabrım kalmadı. Orada bulunanlardan birine, Behâeddîni Buhârî hazretlerine beni talebeliğe kabûl etmesini söylemesi için ricâ ettim. Durumumu arz edince, bana çok iltifât edip, kabûl ederiz, Fakat senden altın alırız, buyurdu. Ben fakîrim, altınım yoktur,” dedim. Talebelerine dönüp; “Bunun hırkası içinde dört altını olduğu hâlde, o yok diyor, dedi. Behâeddîni Buhârî hazretleri bunu söyleyince, hayretler içinde kaldım. Hemen hırkamı söküp, içindeki dört altını çıkarıp önlerine koydum. O mecliste bir çocuk vardı. Talebelerinden birine; al şu altınları bu çocuğa ver, buyurdu. O talebe alıp çocuğa verdi. Fakat çocuk almadı. Çok ısrâr etmelerine rağmen kabûl etmedi. Tekrâr bana verdiler. Çok utanıp, mahcup oldum. Bu hâdiseden sonra, Behâeddîni Buhârî hazretleri, talebeleri ile birlikte başka bir köye gitmek üzere yola çıktı. Ben de onlara katıldım. O köyde büyük bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliğe kabûl etmesini arz ettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o mecliste bulunan başka bir çocuğa vermemi söylediler. Verdim. Fakat, o da almadı. O kadar mahcup oldum ki, utancımdan yerin dibine girecektim. Talebeleri, beni talebeliğe kabûl buyurmaları için bir dahâ arz ettiler. O zamân buyurdu ki: “Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iğrenç bir sıfattır. Bilhâssa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi çok kötü bir iştir.” Bundan sonra beni de talebeliğe kabûl etti. Beni irşat ederek, dünyâ sevgisini kalbimden çıkardı. Hamd olsun tevekkül sıfatı böylece kalbime yerleşti.