Hindistân’ın en büyük âlimlerinden ve velîlerindendir. İmâmı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü’lVüskâ Muhammed Ma’sûmi Fârûkî hazretlerinin beşinci oğludur. İsmi, Muhammed Seyfeddîn, Muhyissünne lakabı ile meşhûr olmuştur. 1049 [m. 1639] senesinde Hindistân’ın Serhend şehrinde doğdu. 1096 [m. 1684] senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, babası Muhammed Ma’sûmi Fârûkînin türbesinin yakınındaki türbededir. Silsilei aliyyenin yirmi beşinci ferdi kâmilidir.
Seyfeddîni Fârûkî dahâ küçük yaşında, Kur’ânı kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sa’îd’den, aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip, kısa zamânda çok şeyler öğrendi. Zamânının bir dânesi ve marifet deryâsı olan babası Muhammed Ma’sûmi Fârûkî’nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşîbendiyye yolunun usûl ve âdâbı üzere Tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa zamânda, Vilâyeti hâssai Muhammediyye’ye kavuştu. Birçok hâller ve kerâmetler sahibi oldu. Önce ve sonra gelenlerin olgunluk ve üstünlüklerini ve güzel ahlâkını kendinde topladı. Manevî derecelere kavuşup, ârifler semâsının ayı ve âlimlerin baş tâcı oldu. Kendisine, İlâhî hazînelerin kapıları aralanıp, birçok ihsânlara kavuştu.
Zâhirî ve bâtınî olarak olgunlaştıktan sonra, yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü teâlâ’nın dînini, sevgili Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel ahlâkını anlatmak ve sultân Evrengzîb Âlemgîr Hânın dînî terbiyesi için vazîfelendirilip Delhîye gitti.
Seyfeddîni Fârûkî hazretleri, Delhîye vardığı zamân, şehrin kapısında, iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivânın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip, yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultân, resimleri imhâ ettirdi. Seyfeddîni Fârûkî de şehre girdi. Sultân Alemgîr Hân, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfeddîni Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen, Kur’ânı kerîm okumayı öğrenip, ezberledi. Seyfeddîni Fârûkî’nin sohbetlerinin bereketiyle, Hindistân’da yayılmış birçok bidat ve sapıklık, Sultân Âlemgîr Hân tarafından fermân çıkartılarak ortadan kaldırıldı. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” unutulmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezîrler, vâlîler ve devlet adamları da Seyfeddîni Fârûkî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip, hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı duyup, huzûrunda ayakda dururlardı. Seyfeddîni Fârûkî, ömrünün her sâatini emri marûf ile geçirdi.
Muhammed Seyfeddîni Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistân’ın her tarafında İslâmiyet yayılıp, Müslümânlar kuvvetlendi. Bidat sâhipleri ve kâfirler perîşan olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistân hiçbir zamân böyle bir devir görmemiştir.
Muhammed Seyfeddîni Fârûkî hazretleri, Delhîdeki bu gelişmeleri ve Sultân Evrengzîb Âlemgîr Hânın sevindirici hâlini, babası Muhammed Ma’sûm hazretlerine mektup yazarak bildirdiği zamân, babası çok sevinip, duâ etti.
Sultân Evrengzîb Âlemgîr Hân, bir gün Muhammed Seyfeddîn Fârûkîyi husûsî bahçesine davet etti. Bu bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, havuzun içinde, gözleri elmastan, bedeni altından yapılmış balık şekilleri vardı. Seyfeddîn Fârûkî buraya gelince; “Önce altından yapılmış bu balıkları kırın,” buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultân; zekî, kâbiliyetli, Tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnûn oluyor, Allahü teâlâ’ya şükür edip; “Benim saltanâtım zamânında böyle Evliyâ yarattığı için, Rabbime sayısız şükürler olsun,” diyordu.
Seyfeddîni Fârûkî, dünyâyı sevenlerden ve dünyâlık isteyenlerle arkadaşlık etmekten ve berâber oturmaktan şiddetle kaçınırdı. Yüksek sohbet meclisinde bulunanlar, onun bir an evvel gelmesini şevkle beklerlerdi.
Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: “Açlık ve mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise, kalpe zikri yerleştirir ve sünnete tâbi’ olmayı kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz. Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu, kalpte Allah sevgisini devâmlı bulundurmak ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd, Yani şüpheli olmak ihtimâli olur diye mubâhları bile terk etmek ve şiddetli mücâhedenin Yani nefsin istemediği şeyleri yapmanın netîcesi, kerâmet ve tasarruftan ibârettir. Biz bunları işten bile saymayız. Bizim maksadımız ancak zikre devâm, Allahü teâlâ’nın yasaklarından kaçınıp, emirlerine uymak, Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sünneti şerîfine tâbi’ olup, çok feyiz ve bereketlere kavuşmaktır.”
Her hâli sevgili Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sünneti seniyyesine uygun olan Muhammed Seyfeddîni Fârûkî hazretleri buyurdu ki: Allahü teâlâ, sonsuz ihsânıyla kendi rızâsına uygun yaşamamızı nasîp eylesin. Çok eski bir düşman olan bu alçak dünyâ, ister dostu, ister düşmanı olsun, hiç kimseyi kendi hâline bırakmaz ve hiç kimseye acımaz. En sonunda herkesi aldatarak, vefâsızca ebediyen terk eder. Akıllı o kimsedir ki, şu birkaç günlük ömründe, Allahü teâlâ’ya kulluk ederek, Onun va’d ettiği sonsuz se’âdet yolunu tutar.
Bütün hareketlerde, yemekte, uyumakta, konuşmakta, ahkâmı İslâmiyyeye tam uymalı, bilhâssa bu zamânda, giyinmekte dikkatli olmalıdır. Erkeklere ipek elbise giymek harâmdır. Âdet hâlini almış olan bu tehlikeye düşmemek için, çok uyanık olmalıdır. Allahü teâlâ’dan başka hiçbir şeyin asla kalbinize gelmemesi için, zikre çok devâm ediniz. Bu hâle bu yolun büyükleri “Kalbin fâni olması” demişlerdir.
Allahü teâlâ’dan gelen belâ ve musîbetlere sabır etmek husûsunda da yazdığı bir taziye mektûbunda buyurdu ki:
Allahü teâlâ Bekara sûresi 156. âyeti kerîmesinde meâlen;
(Ey Resûlüm! Belâya ve musîbete sabır edenlere müjdele ki, onlar belâ ve musîbet dediler ki: Biz hayâtımızda Allahü teâlâ’nın kuluyuz ve öldükten sonra da gelince yine Ona döneceğiz) buyuruldu. Üzüntümü nasıl anlatacağımı ve ne yazacağımı bilemiyorum.
Herkesin sevdiği ve Allahü teâlâ’nın sonsuz affına muhtaç, seyyid Emîr Hân’ın insanı ürperten ölüm haberini işitince ne kadar elemlere gark olduğumuz, ne türlü gam ve sıkıntılara düştüğümüz, söz ve yazıya sığmaz. Bir gün bu haber gelince, bütün ev halkı dayanılmaz acılara ve hüzne kapıldılar. Hastalık gibi bazı mâni’ler olmasaydı, bu fakîr bizzat gelerek başsağlığı dileyecektim. Bu acı yalnız sizin değil, hepimizin, bütün dostlarımızın müşterek acısıdır. Lâkin elden ne gelir. Hiç kimse ölümden kurtulamayacaktır.
Enbiyâ “aleyhimüsselâm” ve Evliyâ “kaddesallahü esrârehüm” bu ölüm köprüsünden geçince, başka insanlar ne yapabilir ki?
Zümer sûresi 30.âyeti kerîmesinde meâlen;
(Ey Resûlüm! Elbette sen öleceksin ve Mekke müşrikleri de ölecekdir) buyuruldu. Bu âyeti kerîme sözümüze kat’i delîldir. Sizin için de bizim için de ölüm,hemen önümüzdedir, gelecektir.
Nâziât sûresi 7. âyeti kerîmesinde meâlen;
(Kıyâmet günü birinci sûr ile bütün gökler harekete geçecek, bütün mahlûkât yok olacak, herkes ölecektir. İkinci sûr ile bütün mahlûkât yeniden hayât bulacaktır) buyuruldu. Hazreti müceddîdi elfi sânî [İmâmı Rabbânî] “rahmetullahi aleyh”, İmâmı Nevevî’nin ”rahmetullahi aleyh” (HilyetülEbrâr) kitabından naklen buyurmuşlardır ki: (Abdüllah ibni Zübeyr “radıyallahü anh” zamânında insanlar üç gün tâûn hastalığına yakalandılar. Bu salgın hastalıkta, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmet eden Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” seksen üç oğlu ve torunu ve Abdürrahmân ibni Ebî Bekrin “radıyallahü anh” ise kırk oğlu ve torunu vefât etmiştir.) İnsanların en hayırlısı Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâbı kirâm’ına “radıyallahü anhüm” öyle muâmele yapılınca, bizim gibi âsîler hangi hesâba dâhil edileceğiz? Yine yüksek dedemiz ve manevî rehberimiz Müceddîdi elfi sânî [İmâmı Rabbânî] hazretleri, oğlu ve benim amcam olan Muhammed Sâdıkın “rahmetullahi aleyh” tâûndan vefâtı esnâsında, Mahdûm zâde Kilâna yazdıkları mektupta buyurmuşlar ki: “En azîz oğlumdan ayrılık, en büyük musîbet ve belâlardandır. Başka bir kimseye bunun gibi bir musîbet isâbet ettiğini bilemiyorum. Ammâ Allahü teâlâ hazretlerinin bu musîbet esnâsında, bu za’îf kalbe ihsân ettiği sabır ve şükürler, Onun en büyük nimetlerindendir. Allahü teâlâ hazretlerinden bu belânın mükâfâtını ahrette vermesini dilemeliyiz.
Bir hadîsi kudsîde buyurulmuştur ki:
(Ey insanoğlu! Gönderdiğim belâ ve musîbete sabır edersen, ben de ahrette senin için Cennete girmenden başka bir mükâfâta râzı olmayacağım.) Vesselâm.
Seyfeddîni Fârûkî hazretleri insanlara maddî ve manevî her türlü yardımı yapardı. Yardımlaşmanın önemini belirterek buyurdu ki:
Allahü teâlâ’ya hamd olsun. İki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ’ya vâsıl olanların imâmı, hadîs âlimlerinin önderi; yüz bin hadîsi şerîfi ezbere bilen Hâfız Abdülazîm Münzirî, (Kırk Hadîsi Şerîf) adlı kitabında, Abdüllah ibni Ömerden “radıyallahü anh” rivâyet ediyor:
“Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki:
(Kim ki bir mümin kardeşinin ihtiyâcını temîn ederse, mahşer günü ameller tartılırken terâzinin başında duracağım. Benden imdat isteyince, o zâta mutlaka şefâat edeceğim.)
Abdüllah ibni Abbâs Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle rivâyet etmiştir:
(Hayr ve şer Allahü teâlâ hazretlerindendir. Hayr anahtârları ellerine verilmiş olanlara müjdeler olsun. Şer anahtârları ellerine verilen kimselere yazıklar olsun.)
Enes bin Mâlik’den “radıyallahü anh” rivâyet olunmuştur:
“Bütün mahlûkâtı Allahü teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp göndermektedir. Allahü teâlâ’nın rızâsı için Onun kullarına kim dahâ çok hizmet ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever.”
Afv elMüzenî babasından, o da dedesinden “rıdvânullahi aleyhim ecmaîn” şöyle rivâyet eder: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki:
(Allahü teâlâ, insanların ihtiyâçlarını gördürmek için öyle kullar yaratmıştır ki, onlara Cehennem azâbı yoktur. Kıyâmet günü olunca onlar için nûrdan kürsüler hâzır olur. İnsanlar hesâba çekilirken, onlar Allahü teâlâ ile sohbet ederler.) Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü anh” rivâyet etti.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki:
(Kim ki bir mümin kardeşine yardım ve ihtiyâcını temîn etmek için harekete geçip yürürse, Allahü teâlâ’nın yolunda harp eden mücahitler sevabı verilir.)
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” şöyle rivâyet etti. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki:
(Kim ki bir Müslümân kardeşinin ihtiyâcını temîn ederse, Allahü teâlâ’nın yakın dostu ve velî kulu olur. Bir kimse mümin kardeşinin sıkıntısını gidererek sevindirirse, Allahü teâlâ o mümine mahşerde, sırâtı geçerken iki tâne nûrdan ışık verir. Bu iki nûrun ziyâsının kudretini yalnız Allahü teâlâ verir.) Vesselâm evvelen ve âhiren.
Allah adamlarını ve Evliyâyı sevmenin ehemmiyeti ile alâkalı olarak da buyurdu ki: “Bu büyükleri sevmek se’âdetiyle, hiçbir üstünlük ölçülemez. Bu büyüklere muhabbet, bir kimsenin en üstün vasfı olmalıdır. Bu sebeple sonsuz derecelere yükselmek ümit edilir. Allah adamlarını sevmenin insana kazandıracağı üstünlükler ve dereceler, ifâde edilemez, kitâplara sığdırılamaz. Vesselâm.”
Seyfeddîni Fârûkî hazretleri çeşitli zamânlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:
Hadîsi şerifte buyruldu ki:
(İslâm ve sultân ikiz kardeş gibidir. O ikisinden birisi ancak diğeri ile iyi olur. Temeli olmayan bir şey yıkılır. Muhâfızı olmayan bir şey de zâyi’ olur.)
Bekara sûresi 201. âyeti kerîmesinde meâlen;
(Kimi de; “Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da iyi hâl ver, ahrette de iyi hâl ver ve bizi o ateş (Cehennem) azâbından koru” der) buyuruldu. İmâmı Fahreddîni Râzî bu âyeti kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: Allahü teâlâ’ya duâ edenler iki kısımdır:
Birinci kısım, sâdece dünyâlık elde etmek için duâ ederler.
İkinci kısım hem dünyâ, hem de âhıret için duâ ederler.
Üçüncü bir kısım dahâ vardır ki, onlar sâdece âhıret için duâ ederler.
Sâdece âhıret için duâ etmenin doğru olup olmadığı husûsunda âlimler ihtilâf ettiler. Âlimlerin ekserîsi, sırf böyle duâ etmenin doğru olmayacağını söylediler. Çünkü insan muhtaç ve za’îf bir varlıktır. Ne dünyânın elem ve acılarına, ne de âhıretin sıkıntı ve meşakkatlerine güçleri yetmez. En uygun olanı dünyâ ve ahretteki kötülüklerden Allahü teâlâ’ya sığınmak, her iki âlemde de iyi hâl üzere bulunmayı Ondan istemektir.
Yine Fahreddîni Râzî tefsîrinde, Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” şöyle anlattığını haber veriyor: “Bir defasında Resûlullah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse gâyet za’îf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlullah efendimiz o kimseye; (Sen Allahü teâlâya nasıl duâ ederdin?) diye sordu. O da; “Ben; “Allahım! Âhıretde eziyette olmayayım da, dünyâda nasıl olursam olayım. Ahrette sıkıntı çekeceksem, onu bana dünyâda ver,” diye duâ ederdim,” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki:
(Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: “Rabbimiz! Bize dünyâda da ahrette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!) Sonra Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” o kimseye duâ etti. O kimse Allahü teâlâ’nın izni ile şifâ buldu.
Eğer Allahü teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veyâ çok az vermiş olsaydı, insanlar Ona ibâdet etmekten ve Onu zikr etmekten gâfil olurlardı. İnsanın, dünyâ ve âhıret se’âdetine, Allahü teâlâ’nın rahmetine kavuşabilmesi için, ibâdet ve tâ’atden ve zikrden geri kalmaması şarttır.
Buna göre herkes Allahü teâlâ’nın rahmetine muhtaçtır. Bu durumda, iyi düşünce, dert ve sıkıntıların, asılında birer nimet ve insanı Allahü teâlâ’ya çeken birer kement oldukları anlaşılır.”
Ömrünü, İslâmiyyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara emiri ma’rûf nehyi anil münker yaparak, onların dünyâda ve ahrette se’âdete, kurtuluşa kavuşmaları için sarf eden Muhammed Seyfeddîn hazretleri bin dört yüz velî yetiştirdi. Bir çok velî ve mürşidi kâmil yetiştirip, insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle oldu. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî, yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kâmilidir. Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzûrunda kemâle geldi. Beşi henüz küçük idi. Büyük oğulları Şeyh Muhammed A’zam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şuaybdır. Diğer oğulları; Muhammed Îsâ, Muhammed Mûsâ, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osmân ve Abdürrahmândır. Altı kızı vardı. Bunlar; Cennet, Habîbe, Sâire, Şehrî, Refîunnisâ ve Zehrâdır.
(Mektûbâtı Seyfiyye) adlı bir eseri olup, içinde yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed A’zam toplayıp kitâp hâline getirmiş, Hindistânın Haydârâbâd şehrinde basılmıştır.
Halktan birisi Seyfeddîni Fârûkî’nin büyüklüğünü inkâr ederek kabûl göstermemişti. O gece rüyasında bir gurup gece bekçisi gelip, onu şiddetli bir şekilde dövmeye başladılar ve; “Allahü teâlâ’nın sevgilisi olduğu hâlde, sen Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?” dediler. Bu korkuyla uyanıp, yaptığına tövbe etti ve onun talebeleri arasına girdi. Seyfeddîni Fârûkî hazretleri, (Mektûbât)ında yer alan ve zamânın sultânına yazdığı bir mektûbda şöyle buyurdu:
Sûrei Hac’cın 40. âyeti kerîmesinde meâlen;
(Allahü teâlânın dînine kim yardım ederse, Allahü teâlâ da o kimseye yardım eder) buyrulmakdadır. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (İstihâre yapan ümitsizliğe düşmez. İstişâre eden de pişmân olmaz.) Mektûbunuzda yazmış olduğunuz yukarıdaki âyeti kerîme ve hadîsi şerîf tarafımızdan okunarak anlaşıldı. Bu fakîr, duâların kabûl olduğu ve fakîrlerin sohbet ettiği zamânlarda, âfâkî ve enfûsî (içteki ve dıştaki) bütün düşmanlarınıza gâlip gelmeniz ve büyük zaferlere kavuşmanız için Allahü teâlâ’ya yalvarıyor ve Ondan yardım diliyorum. Çünkü Hind yarımadasında ve Asya kıtasında İslâmın kuvvetlenmesi ve yayılması, duâ ordusunun yardımıyla, kazanacağınız kesin zaferlere ve netîcede devletinizin güçlenmesine bağlıdır. Yardım iki kısımdır:
Birinci kısmı, görünen sebeplere bağlı kılmışlardır. Bu ise yardımın sûreti, zâhiri ve bedeni gibidir. Zaferin maddî sebebini ve zâhirini teşkîl eden sebep, muhârebe meydânlarında harp eden gazâ ordularıdır.
İkinci kısım ise, yardımın manevî kısmını ve rûhunu teşkîl eden, gözle görülmeyen duâ ordularıdır. Ma’nevî ordular, maddî ordulardan dahâ kıymetlidir ve yardımın özü ve rûhudur. Yardımları, sebepleri, fethi ve zaferi isteyip, yaratan Allahü teâlâ’dır.
Enfâl sûresi 10. âyeti kerîmesinde meâlen;
(Yardım, yalnız Allahü teâlâ’dan gelmekdedir) buyurulmakdadır.
Duâ ordusu, hakîkî yardımı gönderen Allahü teâlâ ile yine Onun yarattığı zâhirî sebep olan gazâ ordusu arasında vâsıta ve delîldir. Ayrıca duâlar, kazâyı ve belâyı def eder. Hep doğru söyleyici Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki:
(Kazâyı hiç bir şey geri çeviremez. Yalnız duâ geri çevirebilir.) Duâdaki bu tesîr, bu kudret, silâhlarda asla yoktur. Duâ ordusu görünüşte za’îf, âciz olsa da, gazâ ordusundan dahâ kuvvetlidir. Aynı şekilde duâ ordusu rûh gibidir, gazâ ordusu da maddî beden gibidir. Gazâ ordusunun duâ ordusuna sığınmasından başka çâresi yoktur. Çünkü, rûhsuz beden, kuvvet alamaz, zaferler elde edemez. Nitekim sevgili Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Muhâcirînin fakîrlerini vesîle ederek, Allahü teâlâ’ya duâ ederlerdi. Her ne kadar bu fakîr, duâ ordusundan sayılmaya lâyık değilsem de, yalnız ismimfakîr olduğu için duâlarımın kabûl olma ihtimâlini düşünerek, dâimâ ümmîdliyim ve devâmlı sizin zaferiniz için duâ ediyorum. Hâzırlandığınız Dekken seferinde, Allahü teâlâ sizlere gâlibiyet ve zaferler nasîp eylesin.
Bekara sûresi 127. âyeti kerîmesinde meâlen;
(Yâ Rabbî! Sen duâlarımızı işitirsin, arzûlarımızı bilirsin, duâlarımızı kabûl eyle) buyurulmakdadır. Vesselâm.