Büyük velîlerdendir. Hazreti Hüseyinin “radıyallahü anh” soyundan olup, seyyiddir. Evliyânın büyüklerinden Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin “kuddise sirruh” talebesi ve Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için “Gilâl” ismiyle meşhûr olmuştur. Buhârânın Sûhârî kasabasında doğdu. Doğum târîhi bilinmemektedir. 772 [m. 1370] senesinde Sûhârîde vefât etti. Kabri oradadır. Büyük bir âlim ve mürşidi kâmil olup, her ânını İslâmiyyete uygun olarak geçirdi. Pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde bulunarak kemâle gelmiştir. Onun üstün hâllerini gösteren bir çok menkıbesi vardır. Silsilei aliyyenin on dördüncüsüdür.
Seyyid Emîr Gilâl hazretleri, marâzı mevtinde [ölüm hastalığında] bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti: (Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna tabî olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mü’min için bütün se’âdetlerin ve nimetlerin vâsıtasıdır. Bunun için Resûlullah “sallallahü aleyhi ve selem) buyurdu ki: (İlim öğrenmek, her Müslümân erkek ve kadına farzdır.) Yani her Müslümân erkeğin ve kadının, kendine lâzım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır.
Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir:
1- Îmân, i’tikâd bilgileri.
2- Namâz bilgileri.
3- Oruç bilgileri.
4- Zengin ise, zekât bilgileri.
5- Eğer zengin ise hac bilgileri.
6- Anababa hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızâsını kazanır.
Resûlullah efendimiz; (Allahü teâlânın rızâsı, anababanın rızâsını kazanmakla elde edilir) buyurdu. Bunun için, anababanın hakkını gözetmek mühimdir.
7- Sılai rahm (akrabâyı ziyâret).
8- Komşu hakkını gözetmek.
9- Lâzım olan alışveriş bilgilerini öğrenmek.
10- Halâli ve harâmları öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden dolayı helâk olmuştur.
Şi’r:
Dünyâ talipleri, hep hırs ile mest oldular,
Para için, dâim kendilerini bozdular.
Hüdâya yaptıkları ahdleri bozdular,
Hepsi Mûsâya düşman, Fir’avna dost oldular.
İyi biliniz ki, dünyâyı ve dünyâya düşkün olanları sevmek, sizin, Allahü teâlâ’nın râzı olduğu yolda yürümenize mâni’ olan büyük bir engeldir. Dâimâ Allahü teâlâ’yı hâtırlayıp, Onu zikr ediniz. Böylece dîninizi dünyâya değişmemiş olursunuz. Dâimâ Allahü teâlâ’dan korkunuz! Hiçbir ibâdet, Allah korkusundan dahâ tesîrli değildir. Allahü teâlâ’dan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâ’dan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.
Ey dostlarım! Dâimâ Allahü teâlâ’yı zikr ediniz. Allahü teâlâ’dan başka Her şeyi bırakınız. “Lâ ilâhe illallah” Kelimei tevhîdini söylerken, “Lâ” derken nefy ediniz, Allahü teâlâ’dan başka hiçbir ma’bûd olmadığını biliniz. “İllallah” derken, Allahü teâlâ’nın noksan sıfatlarından münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allahü teâlâ’yı zikr etmek temizler. Bedeninizi namâz kılmak, malınızı zekât vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut, memnûn olması temizler. İhlâs sahibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.
Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, halâl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Halâl lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîsi şerîfde buyurdu ki:
(Bir kimse, hiç harâm karıştırmadan kırk gün halâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kalbinden giderir.)
Tövbe ediniz. Tövbekâr ve edepli olmak lâzımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâ’atlerin başıdır. Tövbe, sâdece dil ile olmaz! Tövbe, işlenen günâhlara kalpten pişmânlık ve bir dahâ günâhı işlememektir. Allahü teâlâ’dan dâimâ korkunuz. Kendi günâhlarınıza bakıp, tövbe ediniz. Başkaları sizden hoşnut olsun. Günâhlarınıza pişmân olup, o kadar ağlayıp, tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekâr densin.
Dünyâda iken günâhlara pişmân olup, kulluk vazîfesini yaparak, âhıreti kazanmak lâzımdır. İşte, bütün işin asılı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlâ’nın rızâsını aramak ve kötü işleri terk etmek, ahde vefâ göstermek, emânete ihânet etmemek, kendi kusûrlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, dâimâ Allahü teâlâ’yı zikr etmekle meşgûl olmaktır.
Hiçbir işe, Allahü teâlâ’nın ismini söylemeden (Besmelesiz) başlamayınız ki, ahrette yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.
Allahü teâlâ’nın emirlerine itâat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun, karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla terk etmeyiniz.
Emiri mârûf ve nehyi münker, iyilikleri emir edip, kötülüklerden sakındırmak vazîfesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bidatlerden sakınınız.
Âyeti kerîme’de meâlen buyruldu ki:
(Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehennemden) koruyunuz ki, onun yakacağı, insanlar ve taşlardır...) (Tahrim sûresi:6). Ahrette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, şeyh Abdüllahı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlıyordu. Bunun üzerine; “Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi nedir?” dedim. Cevabında “Bir gün burada bir günâh işleniyordu. Ben buna mâni’ olmak istedim. Fakat mâni’ olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyâmet günü bunun günâhından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum,” dedi. Yâ siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emiri mârûfu kaçırıyorsunuz, hâlinize bir bakınız!
İşlerinizi, dînimizin emirlerine uygun yapınız. Bir iş yapacağınız zamân, bakınız, dînin emirlerine uygun ise, onu kabûl edip, yapınız. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dînin emirlerine yapışmaktır ve Allahü teâlâ’nın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür. İnsanlar ile kendi arasındaki hudûda, hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezâyı bildiren nice âyeti kerîmeler nâzil olmuştur. Her zamân ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, Allahü teâlâ’ya ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganîmet biliniz. Yaptığınız işleri kurtuluşunuza vesîle olacak şekilde yapınız. Halâl rızk kazanmak için çalışınız. Kâfî miktârda kazanıp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dînimizin emrine uygun olarak davranınız. [Hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise çoktur. Hattâ sonsuzdur. Doğru yola kavuştuktan sonra, orada kalmak, oradan hiç çıkmamak çok zordur.
Hûd sûresi 113.cü âyetinde meâlen,
(Emir olunduğun doğru yolda bulun!) buyuruldu. Bu âyeti kerîme indiği zamân Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü) buyurdu.] Halâlinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tâ’at yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allahü teâlâyı zikr etmeden uyumayınız.
Resûlullah efendimiz;
(Âlimin uykusu, ibâdettir) buyurdu.
Ey talebelerim! İnsanların maksada, se’âdete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; âhıret yolunu bırakıp, yalancı dünyâya sarılmalarıdır. Âhıret se’âdetini isteyen kimse, doğru itikâda sâhip olup, bidat ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesâba çekileceğini bilerek, hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişâtınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanın delîlidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allahü teâlâ’nın rızâsını aramaktır.
Onlar, buna kavuşmuşlardır. Allahü teâlâ, her asırda, sevip seçtiği kullarından bir büyük zât yaratır. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşursunuz.
Ümmeti Muhammedin aydınlatıcıları olan âlimlere yakın olunuz. Resûlullah efendimiz; (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyurdu.
Sakın, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayınız. Onları sevmek, kurtuluş vesîlesidir.
Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”;
(Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ işlemez) buyurdu.
Câhiller ile görüşmek, insanı Allahü teâlâ’dan uzaklaştırır. Simâ’ yapıyoruz diyerek, hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten simâ’ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse simâ’ hâlinde olduğunu gösterir.
Ruhsatlardan uzak durup, azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek za’îf kimselerin işidir. Eğer bundan dahâ çok nasîhat isterseniz, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin nasîhat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifâyet eder. Akıllı olana bir işâret yetişir.
Seyyid Emîr Gilâl hazretleri vasiyetini yaptığı sırada, oğulları; Emîr Burhân, Emîr Şâh, Emîr Hamza, Emîr Ömer ve talebelerinin çoğu huzûrunda bulunuyordu. Bu oğullarından Emîr Burhânın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halîfesi Behâeddîni Buhârîye havâle etti. Diğer oğlu Emîr Şâhı, Şeyh Yâdigâra, Emîr Hamzayı Mevlâ’nâ Ârif Dehdigerânîye, Emîr Ömeri de, Mevlâ’nâ Cemâleddîn Dehkesânîye yetiştirilmeleri için havâle etmişti. Oğullarına; “Hanginiz, Allahü teâlâ’nın kullarına hizmet etmek için benim vekîlim olur?” buyurdu. Oğulları; “Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabûl ederse, biz onun hizmetine girelim,” dediler. Oğulları böyle deyince, seyyid Emîr Gilâl hazretleri başını eğip, murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı. “Büyüklerin rûhâniyeti, Emîr Hamzanın bu işi kabûl etmesini işâret buyurdular,” dedi. Emîr Hamza, kabûllenemeyeceğini arz etti ise de; “Bunu kabûl etmekten başka çâre göremiyorum. Kabûl edeceksin, bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun,” buyurdu. Bundan sonra seyyid Emîr Gilâl talebelerinden ayrılıp, husûsî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki: Üç geceden beri, benim ve talebelerimin hâli nasıl olur, diye düşünüyordum. Gaybden kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: Ey Emîr Gilâl! Kıyâmet gününde seni, senin talebelerini, dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile afv ettim. Allahü teâlâ, fadlından ve kereminden ihsân etti, dedi. Bunları söylediği Perşembe günü sabâha doğru vefât etti.
Seyyid Emîr Gilâl kuddise sirruh Menkıbeleri
Annesi şöyle anlatmıştır: Emîr Gilâle hâmile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların halâlden olmasına çok dikkat edip, ihtiyâtlı davrandım.
Emîr Gilâl, on beş yaşlarında iken güreşmeye heves etmiş ve bu işle meşgûl olmaya başlamıştı. Bir gün güreş meydânına çıkıp dönerken, seyircilerden birinin kalbine şöyle gelir: “Bu seyyid çocuk, güreş ile meşgûl oluyor, hâlbuki böyle hâlde bulunmak, kendisinin yüksek değerine ve seyyidlik şerefine uygun değildir. Kalbine bu düşüncenin gelmesiyle, oturduğu yerde uyur. Rüyada kıyâmetin koptuğunu ve göğsüne kadar bir bataklığa battığını görür. Çıkmaya gücü de yoktur. O sırada Emîr Gilâl hazretleri gelip, elleriyle onu pazusundan tutup, bataklıktan çıkarır. Uykudan uyanınca, güreşin sona erdiğini görür. O zamân seyyid Emîr Gilâl hazretleri, onun yanına gelip, der ki, “Senin rüyanda gördüğün gün için pehlivânlık ediyorum. Senin gibi çamura ve bataklığa batmış olanları kuvvet ve himmetle kurtarırım.” O zât, Emîr Gilâl’in ellerine kapanıp, tövbe ve istiğfâr etmiştir.
Yine gençlik yıllarında bir gün, er meydânında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamânın büyük âlimi ve mürşidi kâmili olan Muhammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgûl olanları seyretmesinin sebebi nedir? diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, talebelerinin kalplerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: (Bu meydânda öyle bir mert vardır ki, pek çok kimse onun sohbetinin bereketiyle Evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu, bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum.) Onlar böyle konuşurken, Emîr Gilâl’in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup, değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günâhlardan tövbe etti. Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbet ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devâm etti. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârîden beş fersah (30 km. kadar) uzakta bulunan ve hocasının ikâmet ettiği Semmasa gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilime olan arzû ve isteği, onu kısa zamânda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemâle geldi. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşat vazîfesi yaptı. İnsanların Ehli sünnet itikâdında olmasını, Sâlih ameller yapmasını, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasını, kalbin ve rûhun kötü huylardan kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten Tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi. Seyyid Emîr Gilâl, hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin yanında, Semmâsda bulunduğu sırada, orada oturan bir gurup insanla, başka bir köyden bir cemâat arasında anlaşmazlık çıkmıştı. İş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hâkime müracaat etmeye karâr verdiler. Fakat önce Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye danışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım, dediler. Doğruca Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna gidip, durumu arz ettiler. “Kırılan dişi verin,” buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında talebe olan seyyid Emîr Gilâle kırık dişi verip; “Evladım, şu işi hâllet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin,” buyurdu. Seyyid Emîr Gilâl, Evliyânın rûhâniyyetini vesîle kılıp, Allahü teâlâ’ya duâ ederek, kırık dişi yerine koydu. O anda, duâsı bereketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hâle geldi. Dişi kırılan kimse, bu hâdise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişmân olup, tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen Sâlih kimselerden oldular.
Nakl edilir ki, bir köyde Sâlih zâtlardan biri vefât edeceği sırada, cenâze namâzını seyyid Emîr Gilâl hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat seyyid Emîr Gilâl, uzak bir yerde bulunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri, velîleri toplandı. Seyyid Emîr Gilâlin çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sûfî; (Haberci göndermenize lüzum yok, bu durum ona Allahü teâlâ’nın izni ile mâlûm olur ve buraya gelir,) dedi. Bu arada iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, seyyid Emîr Gilâl hazretleri âniden karşıdan gözüktü. Halk onu görünce, karşılamaya koştular ve bu kerâmeti karşısında onu dahâ çok sevip, bağlandılar. Bundan sonra seyyid Emîr Gilâl, vefât eden zâtın cenâze namâzını kıldırdı ve toplananlarla birlikte kabre götürüp, defin ettiler. Cenâze defin edildikten sonra, kalabalık bir cemâat câmide toplandı. Oradaki âlimler, bu iş için kendisine bir işâret ulaşıp, ulaşmadığını ve nasıl malûm olduğunu sordular. Bunun üzerine seyyid Emîr Gilâl hazretleri buyurdu ki: “Ey kardeşlerim, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Kalp, kalbe karşıdır.” Yine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Mümin, müminin aynasıdır.” “Her kaptan içindeki sızar.” Seyyid Emîr Gilâl bunları söyledikten sonra, halk onun marifet sahibi büyük bir velî olduğunu anlayıp, kendi kendilerine; “Biz bu zâtın büyüklüğünü bilmiyormuşuz,” dediler. Bu sırada cemâat içinde bulunan âlimlerden Mevlâ’nâ Tâceddîn, seyyid Emîr Gilâl hazretlerine, kendisini talebeliğe ve hizmetkârlığa kabûl etmesini söyledi. “O bizim vazîfemiz değildir,” buyurarak; “Hiç olmazsa seni manevî evlatlığa kabûl edeyim” deyip, onu manevî evlatlığa kabûl etti. Öyle bir teveccühte bulundu ki, Mevlâ’nâ Tâceddîn, o ânda marifet ilmine kavuşup, maksadına ulaştı.
Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece vakti, varıp hocamın odasına girdiğimde, kalabalık bir cemâat vardı. Hayret ettim. Bunlar, hiç görmediğim ve tanımadığım kimselerdi. Kalabalıktan oturacak yer kalmamıştı. Herkes başını eğmiş, sessizce oturuyordu. Ben de başka bir yere oturarak, başımı yere eğip, beklemeye başladım. Bir müddet böyle durdum. Sonra başımı kaldırıp baktım ki, odada hocam seyyid Emîr Gilâlden başka hiç kimse görünmüyordu. Hocam bana bakıp; “Sana müjdeler olsun, şimdi sen artık maksada kavuştun, ama bunu gizli tut,” buyurdu. Bundan sonra hocama; “Burada gördüğüm, sonra da birdenbire kaybolup görünmez olan zâtlar kimlerdi?” diye sordum. Buyurdu ki: “Bunlar ricâlülgayb denilen velîlerdi. Aralarında Hâce Gülân ve Abdülhâlik Goncdüvânî de vardı. Bunlar öyle zâtlardır ki, vefâtlarından önce ve sonra, Allahü teâlâ’nın dînine hizmet ederler. Bugün sen de onların sohbetinden (feyzinden) pay aldın.”