Türkistânın büyük velîlerinden ve en büyük Ehli sünnet âlimlerindendir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîndir. Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden velî bir zât idi. Annesi, Hazreti Ömerin soyundandır. Ahrâr lakabıyla ve Taşkendî denilmekle de tanınmıştır. 806 [m. 1403] senesinde Taşkendde doğdu. 895 [m. 1490] senesinde Semerkandda vefât etti. Kabri oradadır. Silsilei aliyyenin on sekizinci ferdi kâmilidir.
Doğumundan itibâren üstün hâlleri görülen Ubeydullahi Ahrâr hazretleri, annesi nifâsdan (lohusalık hâli) temizlendikten sonra annesini emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlâ’nın İsmi hiç düşmez, devâmlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp, vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedalaştı. Torunu Ubeydullahi Ahrârı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde, o zamân çok küçüktü. Getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullahi Ahrârı kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: “Benim istediğim çocuk budur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zamân hayatça olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutacak ve islâmiyyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları buna itâat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir.” Dahâ birçok müjdeler verdikten sonra, tekrâr bağrına basıp sarıldı. Babası Mahmûd Şâşîye; ”Benim bu oğlumu iyi gözet, ilim, edep öğretip, iyi yetişmesine gayret et,” vasiyetinde bulundu.
İki yıl müddetle Mâverâünnehrdeki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâya ve Herata da giden Ubeydullahi Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pek çok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Bundan başka Heratda bulunan Evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri, bir defasında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdîm etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reîsi olan kimse, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdîm etmek istediklerini bildirerek; “Bu keçi halâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim,” dedi. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri; “Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz,” dedi. Oba reîsi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz,” dedi. “Kabûl etmeyiz,” buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.
Ubeydullahi Ahrâr’ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dostdüşman herkese yardım ve şefkati pek çok idi.
Hiç kimseyi ayırt etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destân idi. “Ben bu yolu, Tasavvuf kitâplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim,” buyurmuştur.
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden “Mesh” Yani sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, manen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günâh işleyen kimsenin bu günâhları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği harâmlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir.
Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günâhlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tembih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz.”
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri, zamânının sultânları üzerinde büyük bir tesîre sâhipti. Sultânlara sözü geçer, Müslümânların râhatı için onlara nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka vazîfe verildi. Bizim işimiz, Müslümânları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazîfe olmuştur. [Yani emiri ma’rûf ve nehyi münker ederdi.] Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık davâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektupla öylesine tesîr altında bırakırdım ki, sultânlığı terk edip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allahü teâlâ’nın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz.
Bizim makâmımızda edepli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslîm olmasıdır.”
(Reşehât) kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Sultân Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullahi Ahrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeple oturdu. Ubeydullahi Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultân Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu.”
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri, Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki: Şeyh Ebû Sa’îd EbülHayr, Tasavvufu şöyle tarîf etmiştir: Şimdiye kadar Evliyâdan yedi yüz zât Tasavvufun tarîfi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir.
İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakîkatlerini anladığı kadardır.
Şeyh Ebû Tâlibi Mekkî buyurdu ki: Allahü teâlâ’dan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca, işin temâmdır. İsterse senden kerâmetler, hâller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir.
Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.
Allahü teâlâ’dan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükür edici olmak lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlâ’nın birbirinden acı belâları çoktur.
Bir gün Mevlâ’nâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilimî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp; “Ne dersin, konuşmak mı dahâ iyi, susmak mı dahâ iyi?” dedi. Sonra da; “Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir. Kurtulmamışsa, ne yapsa kötüdür.” Ben, Mevlâ’nâ Nizâmeddîn Hâmûş’dan bundan dahâ iyi bir söz işitmedim.
Zikr bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.
İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehy edilen şeylerden sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâ’ya yönelmektir.
İnsanın yaratılmasından murat, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlinde Allahü teâlâ’yı hiç unutmamaktır.
Asıl ve kıymetli olan ilmin, ilimi ledünnî olduğunu bildirerek buyurdu ki:
“İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”; (Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir) buyurdu. İlimi ledün ise, Allahü teâlâ’nın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir.”
İnsanlara hizmet etmenin ibâdet ve Tasavvufun esâsı olduğunu bildiren Ubeydullahi Ahrâr hazretleri buyurdu ki:
“Biz bu yolu, Tasavvuf kitâplarından değil, halka hizmetten elde ettik. Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler.”
“Tasavvuf bilgilerinden maksat, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâ’ya teveccüh ve ikbâldir. Yani, her ân Allahü teâlâ’yı hatırlamaktır.”
Ehli sünnet itikâdı üzere bulunmayı medh ederek buyurdu ki: “Bütün hâlleri ve buluşları bize verseler, Fakat Ehli sünnet velcemâ’at itikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâp, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehli sünnet itikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.”
Yerinde ve zamânında konuşmanın önemini belirterek buyurdu ki:
“Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır.”
“Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zamân makbûldür.”
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri Peygamber efendimizin neslinden gelen seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi. Hattâ bir defasında buyurdu ki:
“Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bağlı bir nesepten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum.”
Halâl kazanç elde etmenin önemini belirterek buyurdu ki: “Bizim yolumuzda, el halâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır.”
Ubeydullahi Ahrâr; bir kimsenin neyi maksat edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:
“Himmet etmek; Allahü teâlâ’nın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlâ’nın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makâmda edep lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Allahü teâlâ’nın irâdesine tâbi’ etmesidir. Kendi irâdesine tâbi’ olmamak, Allahü teâlâ’nın takdîrini beklemek lâzımdır.”
Talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizden hanginizin yirmi kere, belki dahâ fazla tasarruf edildiği ve nispet sahibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslîm edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın.”
Yine şöyle buyurmuştur: “Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip, Allahü teâlâ’ya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nimet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmânlığın fâidesi olmaz.”
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri, zamânındaki Tasavvuf ehli geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdu ki: “Zamânımızda ehli irâdet, mürit, talebe olmak kâbiliyetine sâhip olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; “Burada mürit olacak vasıflı insan azdır. Sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!” demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevab vermiştir: “Bahsettiğiniz vasıfta mürit olacak kimseler bizim burada yoktur. Eğer şeyh isterseniz çoktur. İstediğiniz kadar gönderelim!”
Bir sohbeti sırasında büyüklerin hâllerinden anlatarak şöyle buyurdu:
“Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, Tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlîsi idi. Önce Muhammed Hayrın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneydi Bağdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneydi Bağdâdî’nin akrabâsı olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.
Şiblî, Cüneydi Bağdâdî’ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticaretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günâhlarının afvı için sadaka olarak dağıtmasını emir etti. Bunu yaptıktan sonra, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emir etti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu Tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.”
“Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlâ’nın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı “Allah” yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, Tasavvufta her ân Allahü teâlâ’yı hâtırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi manâlara gelen “Yâdı daşt” makâmı üzere olmasını emir etti.”
Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vaaz ve nasihatleriyle insanların kurtuluşuna vesîle olmak için geçiren Ubeydullahi Ahrâr hazretleri 895 [m. 1490] senesi Muharrem ayının başında hastalandı.
Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım temâm olup, doksana girerim. Bazı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; (Bir günlük hastalık (humma), bir senenin kefâretidir) hadîsi şerîfinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir,” buyurdu.
895 [m. 1490] senesi Rebî’ulevvel ayının sonunda, bir Cuma günü hastalığı ağırlaştı ve sekerâtı mevt hâli Cuma günü öğle vaktinde başlamıştı. Tam o sırada, Semerkandda büyük bir zelzele oldu.
Vefât ettiği gün, akşâm vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. “Akşâm namâzının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi,” dediler. Akşâm namâzını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu.
Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: (Hâce Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşâm ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp, öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullahi Ahrâr hazretleri son nefesini verip, vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.)
Sultân Ahmed Mirzâ, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cuma sabâhı bütün devlet erkânı ile Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşâm namâzından sonra ulaşıp, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerini son defa gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabâhı olan Cumartesi sabâhı, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkanda getirtti. Öğle namâzı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, teçhîz ve tekfîn edildi. Cenâze namâzı kılınıp, defin edildi.
Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar.
Talebeleri: Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlâ’nâ Kâdî Muhammed Zâhid Bedahşîdir. Halîfesidir. Bu talebesi, Evliyânın büyüklerinden olan Ya’kûbi Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûâtı Mevlâ’nâ Kâdî Muhammed Zâhid adlı bir kitâp yazarak toplamıştır.
Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, Tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, Hâcegân lakabı ile tanınmıştır.
Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, Zâhirî ve Bâtınî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyiz alarak Tasavvufta yükseldi. Babası, hayâtının son günlerinde onu yerine vekîl bıraktı.
Mevlâ’nâ seyyid Hasen; meşhûr talebelerinden olup, babası onu küçük yaşında iken Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir.
Geldikleri sırada, Ubeydullahi Ahrârın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydullahi Ahrâr ona; “Senin İsmin nedir?” diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; “Adım Bal,” cevabını verdi. Ubeydullahi Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu çocukta tam bir kâbiliyet var.
Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, “İsmim Bal” dedi.“ Onu kucaklayıp babasından aldı.
Önce Kur’ânı kerîmi ve ilk tahsîl için icap eden ilimleri öğretti. Sonra, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emir etti. Bundan sonra da onu Tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.
Mevlâ’nâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi’ olması tam idi. Bu hususta örnek teşkîl eden bir talebe idi.
Mevlâ’nâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmât olmakla şereflenmiştir. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur.
Mevlâ’nâ Ca’fer; Tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.
Mevlâ’nâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkantda parmakla gösterilen âlimlerden idi.
Mevlâ’nâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi Burhâneddîn Hatelânînin kız kardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.
Mevlâ’nâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.
Mevlâ’nâ Sultân Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, Zâhirî ve Bâtınî ilimlerde derin âlimdi.
Mevlâ’nâ Ebû Sa’îd Evbehî, Mevlâ’nâ Hâce Alî Taşkendî, Mevlâ’nâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlâ’nâzâde Etrârî, Mevlâ’nâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlâ’nâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır.
Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin talebelerinden biri, Abdüllahi İlâhîdir. Simavlıdır. İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâya giderek feyiz aldı. İcâzetle şereflenip, Ubeydullahi Ahrâra intisâbı bulunan Emîr Ahmedi Buhârî ile İstanbul’a geldi. Yolda Molla Câmî ile sohbet eyledi. Zeyrek kilise Câmii’nde vaaz ve halkı irşat etti. Emîr Buhârîye icâzet verdi. Vardar Yenicesinde hicrî 896 da vefât etti.
Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin bir talebesi de Abdüllahı Semerkandî’dir. Önce, Ya’kûbi Çerhîye talebe olmuş ve Alâüddîni Attârın halîfelerinden olan Nizâmeddîni Hâmûş’dan da feyiz almıştır. Uluğ Bey Medresesinde müderris idi.
Ubeydullahi Ahrârın bir talebesi de Haydâr Babadır. Kırk sene devâmlı İstanbul Eyyûb Câmii’nde itikâf etti. Kânûnî Sultân Süleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında, Cezerî Kâsım Pâşa Câmii’ne inen yol üzerinde “Haydâr Baba Mescidi”ni yaptırdı. Haydâr Baba, 957 [m. 1550]de vefât etti. Kabri, mescide girerken solda, set üstündedir.
Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin Eserleri: EnîsüsSâlikîn fitTasavuf, ElUrvetülVüskâ li Erbâbilİrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâles
Ubeydullah-ı Ahrâr kuddisesirruh Menkıbeleri
“Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm dâimâ Allahü teâlâ ile idi. Bir ân Onu unutmaz, bir ân Ondan gâfil olmazdım. Soğuk bir kış günü, çamur bir yerden geçerken, ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken, ayakkabım düştü. O sırada bir gaflet ârız oldu. Bu işle uğraşırken, Allahü teâlâ’yı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç, çift sürüyordu. “Bak, şu genç bunca eziyet içinde Allahı düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden Onu nasıl unutursun?” diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım. O zamân, herkesi kendim gibi, her ân Allahü teâlâ’ya âgâh sanırdım. Bulûğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâ’dan gâfil olanlar bulunduğunu anlayamamıştım. Allahü teâlâ’nın yarattığı herkesin, kendisini düşündüğünü, hâtırladığını, unutmadığını sanırdım. Sonradan anladım ki, Allahü teâlâ’dan gâfil olmamak, yalnız bazı kullara mahsûs ilâhî bir inâyet imiş. Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde edilebilir, hattâ bazılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet imiş.”
Amcasının oğlu Hâce İshak da şöyle anlatmıştır: Ben ve diğer çocuklar oyun oynarken, aramıza katılması için ne kadar ricâ etsek, ona kabûl ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenârda durur ve kendi hâllerinde olurdu.
Kendisi şöyle anlatır: Hâlimin başlangıcında, rüyada Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip; “Beni bu dağın başına çıkar!” buyurdu. Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. “Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım,” buyurdular.
Yine ilk zamânlarda, rüyada hâce Şâhı Nakşîbend Behâeddîni Buhârî hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de bütün gücümü sarf ederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, “Mübârek olsun!” buyurdular.
Ubeydullahi Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı: Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâl gücü vardı. Yalnız başıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşînin kabrini ziyâret etmek şevki ile doldu. Hemen evden çıktım. Kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir sâat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûrun kabrine gittim. Yine içimde bir vehim ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhîm Kimyâgerin kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûyi Ârifanın kabrine gittim. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Taşkent din bütün mezârlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezârlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûrun kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı. “Sana ne oldu?” dedim. “Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım,” dedi. Onu alıp, eve götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: “Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnut olunuz. Biliniz ki o, bizim gibi olmayıp, bambaşka bir hâle kavuşmuştur. Karanlık gecede, on kişinin bir gurup hâlinde sokulamayacağı mezârlar başında kimsesiz, sabâha kadar kalmaktadır.” Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka şeyler düşünmediler.
Yine şöyle anlatmıştır: İlk zamânlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâlın mezârının başına gidip, oturmuştum. Bu mezâr o kadar heybetli ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkent de bir adam vardı. Bize karşı inât ve muârız idi. Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, takîp etmiş. Ben mezârın başına varıp oturdum. Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup, dehşete düşürmek için, birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç aldırmadım, murâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi görünce utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu.
Ubeydullahi Ahrâr zamânında, Taşkent de şeyhlik iddiâsında bulunan, irşat makâmına oturan, pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullahi Ahrâr hazretlerine karşı da kıskançlık gösterirlerdi. Netîcede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri, Bagistândan Taşken de gelip, talipleri irşat ile meşgûl olduğu zamân, orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullahi Ahrâr hazretlerini tesîr altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullahi Ahrâr hazretlerine dikip, tesîr altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullahi Ahrâr hazretleri de, onun tesîrini defetmeye koyuldu. Böylece bir sâat geçti. Nihâyet Ubeydullahi Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp, yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; “Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!” dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan o kimse, aklını ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perîşan hâle düştü.
Ubeydullahi Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defasında harâm bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullahi Ahrâr birdenbire; “Ne yapıyorsun?” diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve harâm işlemekten vazgeçti. Biraz sonra Ubeydullahi Ahrâr evine gelip; “Allahü teâlâ’nın yardımı olmasaydı, şeytâna kapılmış gitmiştin!” buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarâp içmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarâp alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse serâbı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarâp testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarâp testisi kırıldı. Şarâp isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabâhleyin erkenden kalkıp kırılan şarâp testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullahi Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir dahâ seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.